31 Ağustos 2012 Cuma

İÇİMİZDEKİ TANRI PARÇACIĞI


Binlerce yıl önce, insanoğlu henüz yaratılmamışken, ilk tanrılardan Knornus (Satürn), annesi Gaia’nın (Yeryüzü- Toprak Ana) kışkırtmalarıyla babası Uranüs’ü (Gökyüzü) tahtından edip hapseder ve yerine geçerek evreni yönetmeye başlar.
Psikolojimizin karanlıklarında saklanan Tanrı Kompleksi (düşüncelerin ve eylemlerin aksini kabul edemeyecek boyutta doğru olması inancı) bizi eski Yunan Mitolojisine kadar gerilere götürür. Tanrıların kendilerine tapınması için yarattığı insanoğlu, bir süre sonra yaratıcılarına başkaldırır. İlk Tanrıların yenilmesinden sonra ortaya çıkan inanç boşluğunu ise semavi dinler doldururlar. Başıboş bir evrende ve basit bir evrimle kendi başlarına yaratılamayacaklarını düşünen atalarımızın Tanrıyla olan kişisel mücadeleleri böylece kaldığı yerden devam eder. Sıkı sıkıya inandığı, uğruna adaklar adadığı ama bir türlü somutlaştıramadığı, böylece yüzleşemediği Tanrısının görünmez kudreti ve varlığı altında ezilirler.

O ki bir ölüyü diriltebilir, yaşamı verir ve bir anda geri alır. O ki kumu suya çevirir, çölü vahaya dönüştürür. O ki affedici ve bağışlayıcıdır. İnsanların hatalarının üstünü örter, pişmanlıklarını ve günahlarını siler. O’nu eleştiremezsin, Tanrı asla hata yapmaz. Sen bu işte bir hata olduğunu düşünsen bile hata aslında hep sendedir.
Konu savaş olunca başkalarını öldürmek vicdanda bir sorun, dinde ise günah değildir ve atılan her bombayla şehirler yok olur. Bu eylemlere karar verenlerin aslında Tanrıdan bir farkı yoktur. Başka canları alacak kudrete erişmek, peşinden ise umursamamak, bir gün sonra yeni bir yüz bini daha öldürmek. (Motivasyon 1. Düşmanını öldürerek kendi ülkesini, topraklarını ve vatandaşlarını korumak.)

Öldürerek Tanrılaşmaya çalışan insanoğlu bir yandan da yoktan var etmenin peşine düşer. Bu cazip fikir ilk kez Frankeştayn romanıyla (1818, Londra, Yazarı bilinmiyor) edebiyatımıza ve hayal alemimize girmiş olsa da aslında geçmişi çok daha eskilere dayanmaktadır;

Marduk’un kalbi ona hünerli bir şeyler yaratmasını söylüyordu,
Bu düşüncesini Ea’ya açtı:
Kanı biçimlendireceğim ve kemiğe bürünecek,
Sonra bu yırtıcı biri olacak, adı da İnsan!
Evet, İnsanoğlunu yaratacağım.
Onlar, Tanrıların rahat etmesi için ibadet edecekler.

Babil Yaradılış Destanı - Enuma Eliş, ~1700 MÖ

*Bu yaklaşım o kadar popüler bulunacak ki peşinden Hristiyanlık ’ta ve İslamiyet’te benzer yaratılış sahnelerine tanık olacağız.

İnsanoğlu günümüzde bir yandan Tanrısına hiç karşılık beklemeden ibadet eder görünürken diğer yandan klonlamanın peşinde O’nun emirlerine karşı çıkarak yeni bir insan yaratmanın yollarını arar. 100 yıl önce böbrek ya da karaciğer yetmezliğinden insanlar ölürken günümüzde organ nakliyle yaşam ömrü uzatılmakta, hasarlı yüzler yenileriyle değiştirilmektedir. (Motivasyon 2. İnsanın yaşam kalitesini arttırmak ve ömrünü uzatmak.)

Bir sonraki adım ise kendi kendine üreyen vücut hücreleri sayesinde yaşamsal organların tamamıyla yapay ortamda üretilmesi olacaktır; akciğerler, kalp, beyin ve gözler. Diğer yandan genetik mühendisleri de boş durmazlar. Amaç; üretilen Yapay Zekalar ile önce makinaların kendi kendilerine öğrenmelerini sağlamak ve sonrasında yeni sentetik organizmalar yardımıyla bu makinaları insan vücuduyla birleştirmektir. (Motivasyon 3. Teknolojiyi insan hayatında en uygun hale getirmek.)
Google’ın Kedi Deneyini duymuşsunuzdur; bir iletişim ağı üzerinden birbirine bağlı 16,000 bilgisayar daha önceden hiç bilmedikleri, kendilerine başka bir programla anlatılmayan, adına “Kedi” denen canlıyı sadece internetteki 10 milyar resmi tarayarak tanımladılar. Bu, kediyi hiç görmemiş bir çocuğa sadece resimlere bakarak kedinin ne olduğunu öğretmekle eşdeğerdir. Sırada satrancı gene aynı mantıkla bilgisayarların kendi kendilerine öğrenmeleri ve oyunu kazanmaları gelmektedir. Bir süre sonra da bildiklerini başka bilgisayarlara öğreten ana bilgisayarlar olacaktır. İnsandan kat be kat hızlı karar verebilen, pek çok işimizi söz veya bakış komutlarıyla yerine getirecek, bizim adımıza düşünecek yeni yapay zekalar.

İsterseniz biraz da sıradan hayatlarda Tanrının nasıl oynandığına bir göz atalım.
Her kovboy filminin klasik sahnesidir; baş aktörün atı tökezler ve düşer. Ayağı kırılmıştır. Seyirci o anda hüzünlenir, çünkü neler olacağını bilir. Siz de tahmin ettiniz değil mi? Kovboy, atının başını bir kaç kere okşar, silahını yavaşça çeker, at ise adeta “Tanrım, beni bu acıdan kurtar”, diyen gözlerle sahibine bakmaktadır. Sonra kadraj uzaklaşır ve derinden bir silah sesi duyulur. Nedense atın hep ölmesi gerekir. Sanki ayağı hiç iyileşmeyecekmiş gibi. Ama film bu ya, kovboyun yapacak çok daha önemli işleri vardır.

Ya kendi evcil hayvanlarımız? Artık yaşlanıp yürüyemeyecek ya da tuvaletini yapamayacak hale gelmeleri durumunda ne çözüm önerirsiniz? Sonuç, kovboy filmindekiyle örtüşür. Hayatımızı yıllarca, her gün aralıksız paylaştığımız köpeğimizi, kedimizi yaşamın doğal döngüsüne bırakmak yerine kendi rahatımız adına bir çırpıda, ince bir şırınga eşliğinde uyutabiliriz. Ne de olsa kovboyun yeni bir atı, bizim de yeni bir evcil hayvanımız olacaktır. (Motivasyon 4. Çok sevilen evcil hayvanımızın artık daha fazla acı çekmesine razı olmamak.)
Ben, bu tür durumlarda hasta hayvanlarını barınağa bırakanlar insanları daha insaflı buluyorum.

En azından Tanrıyı oynamıyorlar.
Şimdi de kendi ihtişamını ve gücünü elinde tutmak adına öz kanından ve canından kardeşlerini öldürmeyi becerenlere değinelim isterseniz. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, öz amcası Dündar Bey’i kendi elleriyle öldürür. I. Murat, Padişah olması gereken büyük abisi Halil’i öldürüp yerine tahta geçer ve sonra diğer kardeşi İbrahim’i öldürtür. Yıldırım Beyazıt, 10 kardeşini boğazlatır. Kundaktaki kardeşini bile öldürtenler var. Bu örnekler sırf Osmanlıda değil Avrupa’daki monarşi içerisinde de görebiliriz. (Motivasyon 5. Kardeşler arası yaşanabilecek güç ve taht kavgası sonucu İmparatorluğun bölünmesine engel olmak.)

Töre cinayetlerini de maalesef aynı temele dayandırıyorum. Önce yaşlısıyla genciyle aşiret meclisi toplanır. Kin dolu bir oylama yapılır, belki de meclisin yaşça en büyüğü son sözü söyler. Karşı taraftan bir can almaya hakları olduğu sonucuna varılır. Görev dağılımı yapılır. Ölümü durdurmak yerine Tanrısal bir güçle yeni bir ölüme karar verilir. Ve biri öldürülür. (Motivasyon 6. Yüzyıllardır süre gelen çöl kültürün bir önermesi.)

Hastalandığımızda bizi iyileştirmekle, gerekli durumlarda da hayatımızı kurtarmakla yükümlü doktorlarımıza gelince;
Geçirdiği kaza sonucu komada bilinçsizce ve yıllarca yatan bir hasta düşünün ya da kanserin son evresine gelmiş, dayanılmaz acılar içerisinde dakikaları sayılı başka bir hasta. Doktor, sükunetini bozmadan akrabalara kaçınılmaz sonu açıklayıverir. Tedaviyi sürdürecek para bitmişse eğer yaşamın fişi, bugün olmadı yarın çekilmelidir. “Kendinizi hazırlayın”, denir ve bunun için ek süre bile verilir (Pasif ötenazi)*. Akrabalar, diğer tanıdıklara haber verir, bir yandan da cenaze işlemleri tamamlanır. Motivasyon 4’deki sebebi, işin boyutu insan olunca nedense biraz daha dramatikleştirmek gerekir.

Şimdiki örnekte ise o bildik tiyatronun daha sevimli ve telaşlı bir halini görürüz. Evet, nur topu gibi bir bebeğiniz oldu. Tosun gibi maşallah. Doğumdan aylar önce isimler belirlenir, yatak takımları cinsiyete göre seçilir, patikler hazırlanır; pembe ya da mavi. Bir aşkım meyvesidir bu. Ama, aslında doğal bir süreçtir, eşler arası seks sonucu döllenmeyle oluşur. Sorumluluktur, umuttur, heyecandır, kaygıdır, özlemdir ve daha bir çok duyguyu peşinden sürükler. Ama işin özünde yeni bir insan yaratmak, bunu becerebilecek güce sahip olmaktır. Peşinden kardeşler gelir. (Motivasyon 7. Yaşamın doğal döngüsü, soyun devamı.)
Terazinin iki ucu; öldürmek ve yaratmak. 

Tanrı Parçacığı var mı? (European Organization of Nuclear Research-CERN)
Beyindeki Tanrı Noktası gerçek mi? (God Spot, International Journal of the Psychology of Religion, 2012, Missouri Üniversitesi, ABD).

İnsanoğlu önüne çıkan her şeyi yaradılışla ve Tanrıyla ilişkilendirmeye çalışır. Derdini açıkça anlatamasa da Tanrısıyla boy ölçüşmek adına elinden geleni ardına koymaz. Adına değişim der, ilerleme ya da yenilenme. Bilimle sentezler; genetik, moleküler mühendislik, biyokimya, evrim, psikoloji ve sosyoloji zeminleri üzerine kurulmuş yeni bir yapı inşa etmeye çalışır. Üstün insanı yaratmanın peşindedir, aynı Tanrısının kendisini yarattığı gibi.
Eğer hepimiz ortak bir yaratandan geldiğimize inanıyorsak muhakkak DNA’larımıza kazınmış, O’na ait bazı parmak izlerini taşıyor olmalıyız ve bunu ölümde ve yaratmada, her zaman korkusuzca göstermekten çekinmiyoruz.

Eğer ortak yaradan yoksa (kişi farz edelim inanmıyorsa) bu sefer de adına Tanrı Kompleksi diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz.
Acaba diyorum, gerçekleştirdiğimiz her eylemi (Motivasyonlar) haklı kılmaya çalışmak yerine hepimiz doğarken aslında birer Tanrı mıydık? Ve büyürken kendimize olan inancımızı kaybettik, çünkü tek Tanrılı bir dünyada yaşamaya mahkum edildik. Diğer yandan o parmak izinin görünmez ama ağır yükünü, üzerimize çöken psikolojisini de bir türlü bastıramadık. Yeri geldi vahşice dışa vurduk, katliamlar yaptık, yeri geldi vicdanımızı hafifletmek için yoktan var etmeyi seçtik.

Beraber askerlik yaptığım ve kaybettiğim birinin şu sözlerini hatırlıyorum; “Ben ölümden korkmuyorum”, demişti. Nedenini o zamanlar “Kaybedecek hiçbir şeyi yok” diye düşünürdüm, ama şimdi; “Tanrıların ölümsüz” olduğuna bağlıyorum. (Motivasyon 8. Son paragraf şahsidir. Bazılarımız unutulmayı hak etmezler.)
Can Çavuşoğlu
www.cancavusoglu.info

*Türkiye’deki pasif ötenazi gerçeği ile ilgili bu yazı oldukça üzücü ve düşündürücüdür:  http://www.bizimsaglik.com/c/ho.asp?id=4229

15 Ağustos 2012 Çarşamba

ERKEKLİK GENİ CİNSİYET SAVAŞINI KAYBEDİYOR

İkinci romanımın hazırlık aşamasında işin teknik alt yapısını oluşturan bazı özel okumalara dalmam gerekti. Konu “Bağımsızlık” olunca aslında bizim için ve bireysel tercihimiz sorulmadan üzerimize yapıştırılan pekçok etiketten arınmayı hedefledim. Bu etiketlerin bazıları bize takılan isimler veya fiziki görünüşümüze göre büyütüldüğümüz bir cinsiyetimiz, başka dinleri kavrama olanağı bulamadan kabul ettiğimiz dinimiz, ait olduğumuz ülke ve konuştuğumuz dil kadar pek çok çeşitlilik gösteriyordu. Aşağıdaki yazımda ise sizinle özellikle cinsiyet, üreme ve seksin doğası konularını paylaşmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi kadınlarda bulunan XX kromozomlarının (yumurtalık) ve erkeklerden gelen XY kromozomlarının (sperm) döllenmeleri sonucunda dünyaya yeni bir insanoğlu geliyor. Bir erkek günde 150 milyon sperm üretirken yumurta üretimi ise kadınlarda ayda bir ve çok daha düşük oranlarda gerçekleşmekte. Bu da beraberinde üreme adına basit bir arz-talep ilişkisi yaratıyor. Seçme hakkı 20.000 yıldan beri her zaman dişide. Darwin’in ele aldığı doğal seçim sürecinde ise zamanla algı ve seçim öncelikleri değişime uğruyor. Ama sonuçta kadın kendisine uygun eşi seçmek için hiç acele etmiyor. Diğer yandan erkekler ise uygun döllenmeyi gerçekleştirebilmek adına amansız, Truva savaşlarındaki gibi destanlar yazılacak kadar önemli bir rekabet ve savaş içerisine itiliyor. Amaç ise çok basit; biyolojik olarak erkekteki Y kromozomu mümkün olduğunca daha çok nesile ulaştırabilmek.

Ama neden?
Sorunun cevabı gene kadın ve erkek genleri arasındaki bu insanlık kadar eski mücadelede yatıyor. Ortak baba (bize Y kromozomu geçiren asıl atamız - bu baba tek kişi değil, farklı coğrafyalarda farklı babaları işaret ediyor) kendi soyunu sadece erkek çocuklarla yeni nesile geçirirken ortak anne, (X kromozomu - gene farklı coğrafyalarda değişik anneler olabiliyor) kendi soyunun devamı için biyolojik olarak devamlı kız çocuğu doğurmanın derdinde. Bu savaşı da zaman içerisinde annenin (X kromozomla bize geçen asıl ve ilk genetik kodlar) kazandığı görülüyor.

Sebepleri içerisinde yapılan gen araştırmalarında her zaman ana X’in yeni nesillerde ata Y’e oranla çoğalarak üstünlük göstermesi. Y kromozomun zaman içerisinde boyut açısından küçülmesi. Gene Y kromozomunun 1/3 oranında mutasyona uğrayarak işe yaramaz genlerle dolması. Son olarak da işlev açısından 1940-1990 yılları arasında erkeklerde sperm kalitesinin 16% oranında azalması. Yapılan tahminler ışığında ise her yeni nesilde 0.1% küçülen Y kromozomu sonucunda 125.000 yıl sonra erkeklerin tamamiyle yeryüzünden silinecek olması. (Her 5.000 nesilde Y kromozomu 1% oranında küçülüyor).
Acaba erkeklerin sonu mu geliyor?

XX ve XY korkunç bir içsel savaş verse de insan ırkının devamı için Y kromozoma halen ihtiyaç olduğu gerçeği ortadayken yeni keşfedilen XX kromozomlu ama fiziken erkek olan bireylerin varlığı bu tezi çürütüyor. XX erkeklerin tek dezavantajı ise kısır olmaları. Genetik kodlarında Y olmadığı için üreyemiyorlar. Belki de ürememeleri gerekiyor. Aynı işçi arılarda olduğu gibi.
Konunun eşcinsellik boyutuna gelecek olursak ana X kromozomları döllenme esnasında Y kromozomu ile ilk karşılaştıklarında onu tanımlayamadıkları için bünyelerine kabul ediyorlar ama ikinci ve sonraki döllenmelerde mDNA (Mitochondrial DNA) adında yeni bir antikor üreterek Y’yi mümkün olduğunca yoketmeye çalışıyorlar. Yokedemediklerini de bastırma eğilimindeler. mDNA çocuğa sadece anneden geçiyor, erkek çocukta bulunan XY içerisindeki X’de gizleniyor, kız çocukta XX’den dolayı zaten mevcut. Erkeklik fiziksel olarak çocuğa geçse de aynı zamanda çocuk eşcinsel olarak dünyaya gelerek Y’nin soyunun devamı böylece engellenmiş oluyor. Biliyorsunuz teoride aslında eşcinsel olmak üremeyi reddetmek demektir. Buna örnek ise eşcinsel bireylerde yapılan araştırmalarda soyağaçlarında erkeklerden çok kadınların olması ve erkek kardeşlerden genelde ikincisinin eşcinsel olması oranı 2,6% iken üçüncü erkek kardeşte bu oranın 6%’ya  kadar yükselmesi. Gene eşcinsel bireylerin anne soyağacı tarafında eşcinsel akrabalarının olması bunun başka bir işareti.

Kişide eşcinsellik evresi ise daha anne karnında embriyonun beyni oluşurken ortaya çıkıyor. Ki beyin, doğumdan sonra hormonlar dahil diğer salgıların da yer aldığı çok önemli bir organ. Embriyonun oluşum sürecinde eşcinsellerdeki beynin BST bölgesi (heteroseksüel bireylerde erkeklerde kadınlara oranla 2.5 kat daha büyüktür) eşcinselliği seçiş tarzına göre (geyler ve lezbiyenler) ters yapılanma gösteriyor. BST bölgesi (içerisinde testosteron ve östrojen gibi önemli seks hormonu reseptörleri barındırıyor) aynı zamanda ufak, ceviz şeklinde Amygdala adı verilen başka bir yapıya bağlı. Amygdala ise beynimizde sinirlerin ve duygu alanlarının kesiştiği bir yol ağzında yer alıyor. Genetik uzmanlar bu konularda halen araştırmalarına devam etse de gidilen noktayı az buçuk kestirebiliyoruz.
Doğa kendi içerisinde pek çok memelide olduğu gibi insan ırkı üzerinde de bir denge kurmuşken işin aslında genlerarası bariz bir üstünlük savaşı yaşanıyor. Amaç hep aynı; ırkın devamı. Benim kişisel yaklaşımıma gelince, bu savaşta Y kromozomun kaybetmesinin sebebi çok fazla mutasyona uğrayarak ve gelişemeyerek artık işlevini kaybediyor olması ve doğal seçim kanununa göre kadın tarafından dışlanması. Soyunu devam ettirecek, kaliteli bir gen olarak görülmemesi.

İnsanoğlunu, belki de yüzbinlerde yıl sonra dünya üzerinde sadece kadınların hakim olduğu bir çağ bekliyor. XX kromozomundan oluşan erkekler ise birer işçi arı görevi görecekler. Çalışacaklar, belki gene savaşacaklar, sarhoş olup kavga edecekler ama üreyemeyecekler. Üreme konusunda evrim geçirerek, gerekli zamanlarda (üreme mevsiminde) cinsiyet değiştirebilen veya XX kromozomlu ama aynı zamanda üreyebilen doğadaki diğer canlıların varlığı ise insan ırkının devamı için bilim adamlarını umutlandırıyor.
Bizlerin, eşcinsellerin, ise sanki bu döngü ve devinim içerisinde önceden safları çoktan belirlenmiş. İşçi arı olmayı kabul ederek (veya öyle doğarak) evrime diğerlerinden önce ayak uydurmuş oluyoruz. Ben buna bir adaptasyon diyorum, bir fark, öncelik, belki de özellik gözüyle bakıyorum. Yukarıda bahsettiğim konular aynı zamanda eşcinselliğin doğuştan olduğu gerçeğini de pekiştiriyor.
Kadınlar için zaten sorun yok ama o zaman da aklıma şu sorular takılıyor;
Peki siz heretoseksüeller erkekler, kaçıncı nesilde kazananın yanında yer alacaksınız?

Can Çavuşoğlu
www.cancavusoglu.info


Detaylı Okuma İçin:

“Adam’s Curse”, Bryan Sykes, W.W.Norton & Company, Inc. 2004
“The Descent of Men”, Steve Jones, Time Warner Books UK, 2002

5 Ağustos 2012 Pazar

SİZ DE BİPOLAR MISINIZ?

Güne hep kötü başlarsınız. Nedense yataktan hiç çıkmaz istemez, alarmın ısrarlı çığlıklarına direnirsiniz. Çünkü uyku sizin saklandığınız en huzurlu yerdir. Bu dinginliğin sizden koparılmasına canınız epey sıkılır. O kritik anda sizi bekleyen bir işiniz, olası randevularınız ve sorumluluklarınız olsa da umursamazsınız. Bazen mücadeleyi kazandığınız ve neticesinde 12 saat uyuduğunuz günler de olur. İki senedir tedavi görmeme rağmen cep telefonumun alarmı hala 10’ar dakika arayla dört ayrı zamana programlıdır.

Sabahları banyo evin en kötü yeridir. Dişlerinizi fırçalamak bir külfet olsa da asıl sorun kapağı duşa atmaktır. Sanki o suyun sizi ayıltmasını istemezsiniz. Yüzünüz buruşur. Traş olmaya o kadar üşenirsiniz ki bunu akşamdan, daha uygun bir ruh halinde yapmaya çalışır, ertesi sabah öyle kalkmayı umarsınız. Bayanlarda ise sabah makyajı her zaman sakal traşına ağır basar.

İşe hep geç kalırsınız. Kahvaltıyı es geçer, hızlı bir kahve eşliğinde ilk sigaranızı yakar, biran önce yola koyulursunuz. Kendi aracınızla gidiyorsanız tempolu müzik size kendinizi iyi hissettirecektir. (Bu konuda benim kişisel tercihim Rock müziktir.) Toplu taşıma araçlarındaysanız eğer kulaklıklı radyo ve heyecanlı bir kanal, haberler de olabilir, ilginizi çekecektir. Çünkü araçtaki diğer kalabalık gözünüze korkunç görünür. Kimseyle konuşmak, göz göze bile gelmek istemezsiniz.
Çalışma masanızdaki ilk saatiniz genelde oyalanmayla geçer. Zira erken ve anlamsız toplantılardan hoşlanmaz, türlü mazeretler uydururarak kaçarsınız. Kendinize ayrılan günün bu yedek saatinde bolca gazetelere, Twitter’a, Facebook’a dalarak kafanızı günün geri kalanındaki çılgın çalışma temposuna hazırlarsınız. “Çılgın” tabirini kullandım çünkü beyniniz, sadece bir tek projeye odaklanamayacak kadar hızlı çalışmaya başlamıştır. Pekçok işe bir anda girişirsiniz; gerekli yerlere telefonlar açılır, fakslar yollanır, hal hatır sorulur, kısa bir iki toplantı yapılır, doğal rutininiz içerisindeyse bütçe ve harcamalarla ilgili hızlı kararlar alınır, reklam fikirleri derlenir, diğer çalışanlara ara gazı verilir, rakipler ve beraberinde bütün olası detayları gözden geçirilir.

Çalışma ortamınızda devamlı rakipleriniz vardır. Bu, kuşku götürmez bir gerçektir. Yüzünüze gülen bu insanları çok iyi tanırsınız. Attıkları her adımı izler, sözledikleri her sözden nem kaparsınız. Fısıldaşmaları sinirlerinizi bozar. Eğer analitik düşünce yapısına sahipseniz kafanızın içinde geçen her yeni fikirde durmadan ve usanmadan kendinize çoklu seçenekler oluşturursunuz. Önce olasılıkları tanımlamanız ve sonra A, B, C, D ve E’ler arasında gidip gelmeniz o kadar hızlı olur ki bir sonuca varmakta hiç zorlanmazsınız.
Karar vermek sizin için çocuk oyuncağıdır. Patronunuz da asıl bu yönünüzü sever. Verdiğiniz her karar, kararsızlıktan iyidir. Risk almaya bayılırsınız.

Ve, iş günü sona erer. Şanslıysanız 20:00 gibi özel hayatınıza geri dönersiniz.
Rahatlarken bile amacınızı aşarsınız. Eve gitmeden önce bir iki duble içme ihtiyacı hisseder ama hızınızı gene alamazsınız. Canınız arkadaşlarınızla biraz sohbet çekse de yegane arzunuz hala çalışmaya devam eden beyninizi uyuşturmaktır. Aksi halde; hemen eve varsanız bile ayaküstü bir atıştırmayı takiben konuşmadan geçen saatler, belki biraz TV sonrasında başınızı yastığa koyarsınız.

Uyku hep sizden kaçar. Belki de uyuyorsunuzdur ama size uyanık olduğunuzu hissettiren saçma sapan bir boşlukta, sağa sola kıvranırken gerçek uykuyu yakalamaya uğraşırsınız. Bir yandan da gün içerisindeki olayları değerlendirir, analizleri tekrarlar, yeni detaylara bakarsınız. Sık sık uyanıp ufak notlar almayı da ihmal etmezsiniz. (Sabahları uyanmakta zorlanmanızın asıl sebebi de budur).
Aşk hayatınız oldukça fırtınalıdır. Ani tepkilerinizden, eğlenceli çıkışlarınızdan ve değişken ruh halinizden etkilenen bir veya birkaç eş bulmakta zorlanmazsınız. Çünkü insanlara tuhaf gelen herşey cezbedicidir. Ama asıl sorun, mutlu başlayan bir ilişkiyi sürdürebilmekte yatar. Yeni ilişkiler sizde çok yoğun duygu dalgalanmalarına yol açar. İlk görüşte aşık olur, her dakika hayalini kurabilir, karşınızdakinin altına kırmızı halılar sermekten çekinmezsiniz. Sevginizi belli etmek adına attığınız her adımı, aldığınız her hediyeyi ve gösterdiğiniz her özveriyi anında bir kenara not edersiniz. Bunun karşılığında, onun adına (kendi kendinize) açtığınız hesap defterine de onun benzer davranışlarını kaydedersiniz. Bir süre sonra iki liste yan yana gelir ama sizin listenizdeki kabarıklık karşısında bir anda kendinizi değersiz hisseder, “Acaba benimle oyun mu oynuyor?”, paranoyasına kapılırsınız.

Eyvah, değil mi?
Ben merkezcisinizdir. Karşınızdakinin kıyafetinden saç stiline, yemeğe gidilecek lokantadan menüye kadar her şeyi planlamaya ve harfiyen uymaya alışkınsınızdır. Kendinizce daha önemli sorunlarla uğraşırken, eşinizdeki zorlamaya bağlı değişimleri ufak, üzerinde fazla durulmaması gereken detaylar olarak algılarsınız. Rüzgar aniden ters estiğinde ise gürler ve sevgilinizi gene bir anda ayaklar altına alabilirsiniz. Önünüze çıkan her insanın sizin gibi düşünmediğini, karakterinin ve önceliklerinin daha farklı olabileceğini anlamanız zaman alacaktır.

Hayal kurmadan duramazsınız. Şöyle kedi gibi uysal, fazla sesi soluğu çıkmayan, ihtiyacınız olduğunda sırnaşacağınız bir eş arar ama bulamazsınız. Çünkü yoktur. Bir yandan da yürümeyen ilişkiniz son çırpınışlarını görmezden gelirsiniz. Tartışmalar ve kavgalar birbirini kovalar. Aslında ilişkiyi bitirememenizin sebebi yanlızlıktan korkmanızdır. Bir başka seçenek oluşursa belki o cesareti bulabilirsiniz. Tabi, siz bu planları yaparken, karşı taraf sizi çoktan terkeder.
Çekilmez, katlanılmaz birisinizdir. Oturduğunuz sandalyeye mıhlanıp kalırsınız. Ağzınızı bıçak açmaz. Belki de aylar sürecek çok büyük bir depresyonun kucağındasınızdır.

Kendinizi amaçsızca alışverişe vurduğunuz zamanlar rahatladığınızı hissedersiniz. Şık giyinerek içinizdeki üşüyen çocuğu ayna karşısında ısıtmaya çalışırsınız. Ya da çarşıda gezinirken denk gelen bir olay karşısında, tarafları ve konuyu dahi bilmeden bir anda ortaya atılır, müdahil olma ihtiyacı duyarsınız. Bu da size geçici bir özgüven ve olaya da biraz şov havası katar. Kavgaya tutuştuğunuz zamanlar da olur. Vurmak istediğiniz yer de, vurulmasına göz yumduğunuz yer de aslında hep kendinizdir. Başkalarının hayatını hiçe sayarak araba kullanır, isterik kahkahalar atarak makasa girersiniz. Çok iyi sürücü olduğunuzdan değildir bu, sadece hayata isyanınızdandır. Bazen de içki masalarında, plastik yüzlerde bir çıkış yolu ararsınız. Sebebi sevdiğinizden ayrılmış olmanın verdiği kalp kırıklığı değildir, size “İşe yaramaz biri”, olduğunuzu haykıran beyninizi susturma çabasıdır.
Of! Neyse ki atlattınız.

Kendi kendinize “Yeter artık”, dersiniz. İşte bu, sizin adınıza çok önemli bir dönüm noktasıdır. Önce yakın arkadaşlarınıza açılırsınız. “Abi, ben de bir sorun görüyor musun?”. Cevaplar yanıltıcıdır, nedense hikayede suçlu hep terkedendir. Destek sözlerinin arasından ortaya şöyle bir sonuç da çıkar; aslında tabiki normal insanlar gibi değilsinizdir. Ama dostlarınız, candan arkadaşlarınız zaten sizi böyle görmeye alıştıkları için pek bir sorun yoktur.
Anormallik aslında bir normalliktir. Çevrenizin sizi olduğunuz gibi kabul etmesine rağmen içinize kuşku bir kere düşmeye görsün, kendi kendinize normal olduğunuzu ispatlamaya çalıştığınız yeni bir evreye geçersiniz. Psikologlara keşif gezileri başlar. Sıklıkla konulan teşhis; ayrılık sonrası yaşanan depresyondur. Ne de olsa bunu herkes yaşamaktadır. Yanlış teşhis edilen durum (ayrılığın etkisi muhakkak vardır ama), önerilen depresyon ilaçlarıyla geçiştirilmeye çalışılsa da Bipolar vakalarında oldukça ters tepki veren bir uygulamadır. Bütün bünyeniz alt üst olur. Çırpınışlarınızın tükenmek bilmez hızında ilerleyen çaresizlik treni raydan çıkmak üzeredir. Yaşadığınız bu kısır döngü kendini tekrarlar durur.

Duygu Durum Bozukluğu (Bipolar), üç farklı türde kendini gösterir (I-manik, II-depresif, III-karma) ve ancak uzun süreli gözlem (6-12 ay) ve psikolojik testler sonucunda sağlıklı bir teşhis konulabilmektedir. Benim gibi Bipolar II üzerine bir de Hiper Aktivite eklenince (depresyon halini yukarı çeken başka bir etken daha var) teşhisin karmaşıklığını kestirebilirsiniz. Özetle beyindeki Sodyum Valproat eksikliğinden veya aşırı salgılanmasından ortaya çıkan, düzenli ilaç kullanımıyla kontrol altına alınabilir bir durumdur. Ülkemiz nüfusunun 10%’unun Bipolar olduğu tahmin edilmektedir. Yani, yolda gördüğümüz her 10 kişiden biri.
Altı aylık tedavi sonrasında herşeyi daha iyi kavramaya başlarsınız; gerçekte insanlar hiç de arkanızdan kuyunuzu kazmaz, sevdiğiniz sadece sizden daha farklı biridir, çok çalışmanıza rağmen her istediğiniz hedefe ulaşılamazsınız, yaşadığınız her gün süper geçmek zorunda değildir ve hayat her zaman kaldığı yerden devam eder.

Doğru tedavi yaşam kalitenizi yükseltir. Düzene giren zihninizde daha önce çekindiğiniz, söylemeye korktuğunuz, paylaşamadığınız hayal ve düşünceleriniz bir anda berraklık kazanır. Belki de ilk defa saf yaratıcılığınızla tanışırsınız. Mükemmel bir haz anıdır. Bu zamana kadar yazdığınız başarı hikayelerinizin bittiği yerde şimdi sizi uçsuz bucaksız, keşfedilmemiş, yeni bir okyanus beklemektedir. Ve siz, artık bu okyanusu yüzerek geçmek yerine üzerinden uçmayı bile tercih edebilirsiniz.
Çok da endişelenmeyin, biraz farklısınız, o kadar...

Can Çavuşoğlu
www.cancavusoglu.info

Bu yazı benim tedaviye başlamadan önceki yaşamımdan kısa bir kesittir. İçerisinde kendinizle özdeşleşen bölümler bulabilirsiniz ama bu, kesinlikle Bipolar olduğunuz anlamına gelmez. Duygu Durum Bozukluğu; teşhis konulan türe, kişinin mizacına ve yaşadığı sosyokültürel yapıya göre değişim gösterir. Daha fazla bilgi edinmek ve profesyonel yardım için aşağıda yer alan referanslara başvurabilirsiniz.

Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi www.beah.gov.tr
Bipolar Yaşam Derneği www.bipolaryasam.org
Bipolar Bozukluklar Derneği www.bipolarturkiye.org
Kitap; Durulmayan Bir Kafa “Bir Delilik ve Duygudurumları Güncesi”, Kay Redfield Jamison