Binlerce yıl önce, insanoğlu henüz yaratılmamışken, ilk tanrılardan Knornus
(Satürn), annesi Gaia’nın (Yeryüzü- Toprak Ana) kışkırtmalarıyla babası Uranüs’ü
(Gökyüzü) tahtından edip hapseder ve yerine geçerek evreni yönetmeye başlar.
Psikolojimizin karanlıklarında
saklanan Tanrı Kompleksi (düşüncelerin ve eylemlerin aksini kabul edemeyecek
boyutta doğru olması inancı) bizi eski Yunan Mitolojisine kadar gerilere götürür.
Tanrıların kendilerine tapınması için yarattığı insanoğlu, bir süre sonra
yaratıcılarına başkaldırır. İlk Tanrıların yenilmesinden sonra ortaya çıkan
inanç boşluğunu ise semavi dinler doldururlar. Başıboş bir evrende ve basit bir
evrimle kendi başlarına yaratılamayacaklarını düşünen atalarımızın Tanrıyla olan
kişisel mücadeleleri böylece kaldığı yerden devam eder. Sıkı sıkıya inandığı, uğruna
adaklar adadığı ama bir türlü somutlaştıramadığı, böylece yüzleşemediği Tanrısının
görünmez kudreti ve varlığı altında ezilirler.
O ki bir ölüyü diriltebilir, yaşamı
verir ve bir anda geri alır. O ki kumu suya çevirir, çölü vahaya dönüştürür. O ki
affedici ve bağışlayıcıdır. İnsanların hatalarının üstünü örter, pişmanlıklarını
ve günahlarını siler. O’nu eleştiremezsin, Tanrı asla hata yapmaz. Sen bu işte bir
hata olduğunu düşünsen bile hata aslında hep sendedir.
Konu savaş olunca başkalarını öldürmek vicdanda bir sorun, dinde ise günah değildir
ve atılan her bombayla şehirler yok olur. Bu eylemlere karar verenlerin aslında
Tanrıdan bir farkı yoktur. Başka canları alacak kudrete erişmek, peşinden ise
umursamamak, bir gün sonra yeni bir yüz bini daha öldürmek. (Motivasyon 1. Düşmanını öldürerek kendi
ülkesini, topraklarını ve vatandaşlarını korumak.)
Öldürerek Tanrılaşmaya çalışan
insanoğlu bir yandan da yoktan var etmenin peşine düşer. Bu cazip fikir ilk kez
Frankeştayn romanıyla (1818, Londra, Yazarı bilinmiyor) edebiyatımıza ve hayal
alemimize girmiş olsa da aslında geçmişi çok daha eskilere dayanmaktadır;
Marduk’un kalbi ona hünerli bir şeyler
yaratmasını söylüyordu,
Bu düşüncesini Ea’ya açtı:Kanı biçimlendireceğim ve kemiğe bürünecek,
Sonra bu yırtıcı biri olacak, adı da İnsan!
Evet, İnsanoğlunu yaratacağım.
Onlar, Tanrıların rahat etmesi için ibadet edecekler.
Babil Yaradılış Destanı - Enuma Eliş, ~1700 MÖ
*Bu yaklaşım o kadar popüler bulunacak ki peşinden Hristiyanlık ’ta ve İslamiyet’te
benzer yaratılış sahnelerine tanık olacağız.
İnsanoğlu günümüzde bir yandan Tanrısına hiç karşılık beklemeden ibadet
eder görünürken diğer yandan klonlamanın peşinde O’nun emirlerine karşı çıkarak
yeni bir insan yaratmanın yollarını arar. 100 yıl önce böbrek ya da karaciğer
yetmezliğinden insanlar ölürken günümüzde organ nakliyle yaşam ömrü
uzatılmakta, hasarlı yüzler yenileriyle değiştirilmektedir. (Motivasyon 2. İnsanın yaşam kalitesini
arttırmak ve ömrünü uzatmak.)
Bir sonraki adım ise kendi kendine
üreyen vücut hücreleri sayesinde yaşamsal organların tamamıyla yapay ortamda üretilmesi
olacaktır; akciğerler, kalp, beyin ve gözler. Diğer yandan genetik mühendisleri
de boş durmazlar. Amaç; üretilen Yapay Zekalar ile önce makinaların kendi
kendilerine öğrenmelerini sağlamak ve sonrasında yeni sentetik organizmalar yardımıyla
bu makinaları insan vücuduyla birleştirmektir. (Motivasyon 3. Teknolojiyi insan hayatında en uygun hale getirmek.)
Google’ın Kedi Deneyini
duymuşsunuzdur; bir iletişim ağı üzerinden birbirine bağlı 16,000 bilgisayar
daha önceden hiç bilmedikleri, kendilerine başka bir programla anlatılmayan,
adına “Kedi” denen canlıyı sadece internetteki 10 milyar resmi tarayarak
tanımladılar. Bu, kediyi hiç görmemiş bir çocuğa sadece resimlere bakarak kedinin
ne olduğunu öğretmekle eşdeğerdir. Sırada satrancı gene aynı mantıkla
bilgisayarların kendi kendilerine öğrenmeleri ve oyunu kazanmaları gelmektedir.
Bir süre sonra da bildiklerini başka bilgisayarlara öğreten ana bilgisayarlar olacaktır.
İnsandan kat be kat hızlı karar verebilen, pek çok işimizi söz veya bakış
komutlarıyla yerine getirecek, bizim adımıza düşünecek yeni yapay zekalar.
İsterseniz biraz da sıradan
hayatlarda Tanrının nasıl oynandığına bir göz atalım.
Her kovboy filminin klasik
sahnesidir; baş aktörün atı tökezler ve düşer. Ayağı kırılmıştır. Seyirci o
anda hüzünlenir, çünkü neler olacağını bilir. Siz de tahmin ettiniz değil mi?
Kovboy, atının başını bir kaç kere okşar, silahını yavaşça çeker, at ise adeta
“Tanrım, beni bu acıdan kurtar”, diyen gözlerle sahibine bakmaktadır. Sonra
kadraj uzaklaşır ve derinden bir silah sesi duyulur. Nedense atın hep ölmesi
gerekir. Sanki ayağı hiç iyileşmeyecekmiş gibi. Ama film bu ya, kovboyun
yapacak çok daha önemli işleri vardır.
Ya kendi evcil hayvanlarımız?
Artık yaşlanıp yürüyemeyecek ya da tuvaletini yapamayacak hale gelmeleri durumunda
ne çözüm önerirsiniz? Sonuç, kovboy filmindekiyle örtüşür. Hayatımızı yıllarca,
her gün aralıksız paylaştığımız köpeğimizi, kedimizi yaşamın doğal döngüsüne
bırakmak yerine kendi rahatımız adına bir çırpıda, ince bir şırınga eşliğinde
uyutabiliriz. Ne de olsa kovboyun yeni bir atı, bizim de yeni bir evcil
hayvanımız olacaktır. (Motivasyon 4. Çok
sevilen evcil hayvanımızın artık daha fazla acı çekmesine razı olmamak.)
Ben, bu tür durumlarda hasta hayvanlarını
barınağa bırakanlar insanları daha insaflı buluyorum.
En azından Tanrıyı oynamıyorlar.
Şimdi de kendi ihtişamını ve gücünü elinde tutmak adına öz kanından ve
canından kardeşlerini öldürmeyi becerenlere değinelim isterseniz. Osmanlı
Devletinin kurucusu Osman Bey, öz amcası Dündar Bey’i kendi elleriyle öldürür.
I. Murat, Padişah olması gereken büyük abisi Halil’i öldürüp yerine tahta geçer
ve sonra diğer kardeşi İbrahim’i öldürtür. Yıldırım Beyazıt, 10 kardeşini
boğazlatır. Kundaktaki kardeşini bile öldürtenler var. Bu örnekler sırf Osmanlıda
değil Avrupa’daki monarşi içerisinde de görebiliriz. (Motivasyon 5. Kardeşler arası yaşanabilecek güç ve taht kavgası sonucu
İmparatorluğun bölünmesine engel olmak.)
Töre
cinayetlerini de maalesef aynı temele dayandırıyorum. Önce yaşlısıyla genciyle aşiret
meclisi toplanır. Kin dolu bir oylama yapılır, belki de meclisin yaşça en
büyüğü son sözü söyler. Karşı taraftan bir can almaya hakları olduğu sonucuna
varılır. Görev dağılımı yapılır. Ölümü durdurmak yerine Tanrısal bir güçle yeni
bir ölüme karar verilir. Ve biri öldürülür. (Motivasyon
6. Yüzyıllardır süre gelen çöl kültürün bir önermesi.)
Hastalandığımızda bizi
iyileştirmekle, gerekli durumlarda da hayatımızı kurtarmakla yükümlü
doktorlarımıza gelince;
Geçirdiği kaza sonucu komada bilinçsizce
ve yıllarca yatan bir hasta düşünün ya da kanserin son evresine gelmiş, dayanılmaz
acılar içerisinde dakikaları sayılı başka bir hasta. Doktor, sükunetini
bozmadan akrabalara kaçınılmaz sonu açıklayıverir. Tedaviyi sürdürecek para
bitmişse eğer yaşamın fişi, bugün olmadı yarın çekilmelidir. “Kendinizi
hazırlayın”, denir ve bunun için ek süre bile verilir (Pasif ötenazi)*. Akrabalar, diğer tanıdıklara haber verir, bir
yandan da cenaze işlemleri tamamlanır. Motivasyon 4’deki sebebi, işin boyutu
insan olunca nedense biraz daha dramatikleştirmek gerekir.
Şimdiki örnekte ise o bildik
tiyatronun daha sevimli ve telaşlı bir halini görürüz. Evet, nur topu gibi bir
bebeğiniz oldu. Tosun gibi maşallah. Doğumdan aylar önce isimler belirlenir,
yatak takımları cinsiyete göre seçilir, patikler hazırlanır; pembe ya da mavi. Bir
aşkım meyvesidir bu. Ama, aslında doğal bir süreçtir, eşler arası seks sonucu
döllenmeyle oluşur. Sorumluluktur, umuttur, heyecandır, kaygıdır, özlemdir ve
daha bir çok duyguyu peşinden sürükler. Ama işin özünde yeni bir insan
yaratmak, bunu becerebilecek güce sahip olmaktır. Peşinden kardeşler gelir. (Motivasyon 7. Yaşamın doğal döngüsü, soyun
devamı.)
Terazinin iki ucu; öldürmek ve
yaratmak.
Tanrı Parçacığı var mı? (European
Organization of Nuclear Research-CERN)
Beyindeki Tanrı Noktası gerçek
mi? (God Spot, International Journal of the Psychology of Religion, 2012, Missouri
Üniversitesi, ABD).
İnsanoğlu önüne çıkan her şeyi
yaradılışla ve Tanrıyla ilişkilendirmeye çalışır. Derdini açıkça anlatamasa da Tanrısıyla
boy ölçüşmek adına elinden geleni ardına koymaz. Adına değişim der, ilerleme ya
da yenilenme. Bilimle sentezler; genetik, moleküler mühendislik, biyokimya,
evrim, psikoloji ve sosyoloji zeminleri üzerine kurulmuş yeni bir yapı inşa
etmeye çalışır. Üstün insanı yaratmanın peşindedir, aynı Tanrısının kendisini
yarattığı gibi.
Eğer hepimiz ortak bir yaratandan
geldiğimize inanıyorsak muhakkak DNA’larımıza kazınmış, O’na ait bazı parmak
izlerini taşıyor olmalıyız ve bunu ölümde ve yaratmada, her zaman korkusuzca
göstermekten çekinmiyoruz.
Eğer ortak yaradan yoksa (kişi farz
edelim inanmıyorsa) bu sefer de adına Tanrı Kompleksi diyerek işin içinden
sıyrılmaya çalışıyoruz.
Acaba diyorum,
gerçekleştirdiğimiz her eylemi (Motivasyonlar) haklı kılmaya çalışmak yerine hepimiz
doğarken aslında birer Tanrı mıydık? Ve büyürken kendimize olan inancımızı
kaybettik, çünkü tek Tanrılı bir dünyada yaşamaya mahkum edildik. Diğer yandan o
parmak izinin görünmez ama ağır yükünü, üzerimize çöken psikolojisini de bir
türlü bastıramadık. Yeri geldi vahşice dışa vurduk, katliamlar yaptık, yeri
geldi vicdanımızı hafifletmek için yoktan var etmeyi seçtik.
Beraber askerlik yaptığım ve
kaybettiğim birinin şu sözlerini hatırlıyorum; “Ben ölümden korkmuyorum”,
demişti. Nedenini o zamanlar “Kaybedecek hiçbir şeyi yok” diye düşünürdüm, ama
şimdi; “Tanrıların ölümsüz” olduğuna bağlıyorum. (Motivasyon 8. Son paragraf şahsidir. Bazılarımız unutulmayı hak etmezler.)
Can Çavuşoğluwww.cancavusoglu.info
*Türkiye’deki pasif ötenazi gerçeği ile
ilgili bu yazı oldukça üzücü ve düşündürücüdür: http://www.bizimsaglik.com/c/ho.asp?id=4229