23 Nisan 2013 Salı

İSTANBUL İZLENİMLERİ - 4: 'KİTAP, YAZAR, DOST'

Uzun zamandır takip ediyordum, kendisiyle tanışmak benim Türkiye’ye gelişime ve ikimizin katılımıyla gerçekleşen Ayı Sözlük Birinci Yazarlar Zirvesine kısmetmiş. Yazar, DJ, aktivist, iyi insan Murat Renay’dan bahsediyorum.

Ben, biraz hasta olmama rağmen heyecanlı ve hiperaktif, o ise rahat ve dingin. Zirve’de “İstersen moderatör olayım, soruları gelişine göre sana ve bana paslarım” fikrime gayet olumlu yaklaştığı an, aslında egolarından ne kadar sıyrılmış olduğunu anladım. 50'den fazla Ayı Sözlük yazarıyla gerçekleşen lezzetli sohbet sonrasında ikimiz de kura ile 3’er okura kitaplarımızdan hediye ettik. Kendimizi de ihmal etmeden.

“Sevgili Can, buralardan oralara giderken beni severek okuman dileğiyle” yazıyordu, Murat Renay’ın ikinci kitabı, Ben Senin Bildiğin Erkelerden Değilim’in kapağında.

Dediği gibi oralardan buralara geldi bu kitap ve severek okundu.

Ben Senin Bildiğin Erkeklerden Değilim

En çok bu kitabın duruşunu sevdim. Adeta bir kimliği vardı. Ellerimin arasında ve gözlerimin ucunda olabildiğince rahat ve samimiydi.

Murat Renay, ikinci kitabında kaldığı yerden maceralarını anlatmaya devam ediyor. İlk başta sanki şahsınıza yazılmış bir anı defteri okuyorsunuz hissi uyandırıyor. Yanınızda uzun zamandır görmediğiniz bir dostunuz ve başından geçen kah ilginç, kah üzücü bir o kadar da keyifli anılarını paylaşıyor, pardon, size okutuyor.

İşten kovulmasıyla yeni bir işe başlayana kadar geçen süre zarfında Murat’ın hayatında bir kırılma noktası yaşanıyor ve ilk kitap “Söylenmeyen” le tanışıyoruz. Bu süreci ikinci kitapta daha iyi anlayabiliyorsunuz hele ki benzer tecrübeler yaşadıysanız. Aralara ise okurlardan gelen ilginç mektuplar serpiştirilmiş, özellikle bir okurla gerçekleştirdiği, yazarın zihninde bile “acaba”lar çoğaltan bir tanışma ve sohbet de hikayede yerini almış.

Sevgiliye Dair Bir Bölüm’de “İnternetteki profillerinde vücudunun en mahrem yerlerinin, en cüretkar fotoğraflarını koyup da ‘aşk arıyorum’ diyen tiplerden olmadım hiç” derken Renay, aslında ne aradığını kitabın sayfaları arasına gizlemeyi bilmiş.

Bir Ana-Oğul’un Hikayesi ise tek kelimeyle mükemmel...

Ama sonrasında Murat’ın İzmir’e ailesini görmeye gitti bölümde Selma Teyze ile o önemli kahveyi içip içmediğini sanırım daha sonra öğreneceğiz.

Gene kitabın bir bölümünde, “Fotoğraflar artık bilgisayarların içinde, hafıza kartlarında ya da Facebook albümlerinde hapis kalıyor. Oysa fotoğraf, işte benim bu gece kucağıma döktüğüm, yerlere saçtığım gibi özgür olmalı”, tepkisiyle Renay acaba kendi gerçekliğinin boyut değiştirmiş halini mi eleştiriyor? Çünkü sadece resimlerimiz değil artık bütün hayatımız bilgisayara; resimlere, e-postalara, dosyalara hapsolmuş durumda.

Hande’nin nasıl bir kadın olduğunu ve “bir insanın içine yerleşen Lezbiyen Cininden kurtuluşunu” merak ediyorsanız fazla söze ne hacet, yapmanız gerektiğini biliyorsunuz.

Bu vesileyle bir çok özel soruyu da biriktirdim, Murat Renay ile yüz yüze bir dahaki karşılaşmamıza saklıyorum ama bu sefer oturup bir kahve içmecesine. Kahveler de benden...

Ben Senin Bildiğin Erkeklerden Değilim ile daha tanışmadıysanız okuması rahatlatan, su gibi akıp ruhunuzu serinleten bir kitap. Yaza hazırlıklar da başlamışken diyorum, mutlaka edinmenizi tavsiye ederim.

www.cancavusoglu.com

İSTANBUL İZLENİMLERİ - 3: 'MAKYAJ'

Bir şehrin güzelliği sadece tarihsel ve kültürel dokusuyla, düzenli ve planlı yapılaşmasıyla, park ve bahçeleriyle ölçülmez. Aynı zamanda o şehirde yaşayan, şehrin asıl sahiplerine sunulan hizmetlerin kalitesiyle ölçülür. İstanbul, tarihi ve kültürel dokusuyla mükemmel bir şehirdir, bundan 600 sene önce de böyleydi. Düzenli ve planlı yapılaşma? Kentsel dönüşüm ile ucundan az da olsa kıpırtılar var desek. Park ve bahçelerimiz de temiz ve özenli. Peki ya işin hizmet kısmı? Bu konuda sanki bana biraz makyaj yapılıyor hissi uyandırdı. Aşağıda örneklerini sıralayacağım hizmetler İstanbul’da sunuluyor, hatta önemli gelişmeler de var ama “İçi ne kadar dolu?” sorusu aklıma kurcalamaya devam ediyor.

Minibüs

Küçükçekmece-Avcılar hattında çalışan bir minibüsteyim. Şoförün, hareket etmeden önce vitesin üstündeki ufak sayaca basmasıyla sanki bir takometre çalışmaya başlıyor. Meğer zaman sayacıymış. Üzerinde ilerleyen rakamlar ise saniyeler ve toplamında dakikaları işaret ediyor. Şoförle sohbetimizde bunun yeni bir uygulama olduğunu, minibüsün 14 dakika içerisinde Avcılar’da olması gerektiği öğreniyorum. Amaç, yolcuyu mümkün olduğunca düzenli ve hızlı şekilde Avcılar Metrobüs İstasyonuna ulaştırmak. Bunu başaramama durumuna göre ise değişen yaptırımları varmış. Sıra kaybetmekten tutun da, bir gün işe gitmemeye hatta para cezasına kadar. Tabi bilenleriniz vardır, Avcılar’a giden yan yol minibüs hattından bahsediyorum, burası tek şerit gidiş ve gelişi olan bir yol. 14 dakikanın yeterliliği ve aslında neyi hedeflediği üzerine sohbetimiz devam ederken (haliyle 14 dakikanın bu trafik yoğunluğunda imkansızlığını savunuyorum) bir yaşıma daha giriyorum ve Altınşehir hattından gelen diğer minibüslerin, Küçükçekmece’den hareketle aynı mesafeyi 8, yanlış duymadınız 8 dakika içerisinde kat etmesi gerektiğini duyuyorum. O yan yolda nasıl bir ‘Minibüslerarası Grand Prix’ yaşandığını artık siz tahmin edin. Ben zaten yolculuk esnasında elimde kumanda, bir Play Station oyununa dalmışım.

“Sol, sol. Geç abisi. Tam gaz ya korkma. Dur, duuuur. Sağ, abi sağ dedim. Bak, elin devamlı viteste, gözün yolda olsun. Şimdi bir daha sol.”

Bu hizmetin yolcu ayağındaysanız eğer, amacınız bir an önce Metrobüse ulaşmak, aktarmanızı yapmak ve evinize erken varmak olabilir. Şoför ayağındaysanız da hızlı bir şekilde, ceza yemeden gün içerisinde çok tur yaparak fazla para kazanmak. Maalesef kimsenin çıkıp da emniyetli seyahati düşündüğü yok... O zaman bu uygulama neden var? Erken mevlit okutmak için mi?

Metrobüs

İstanbul’un en sevdiğim yönlerinden biri metrobüslerdir. Öncelikle ucuz olması dolayısıyla araba kullanmak istemeyen ve her gelir seviyesindeki insanın temel ulaşım aracı olma özelliğini taşır. Durakta indikten sonra kat ettiğin mesafe kadar para iadesi alabiliyorsun, bir de hızlı ki sormayın. Yetmedi, 24 saat hizmettedir. 10 üzerinden 7 veriyorum. Neden 7 derseniz? O sıkışıklığın beni delirtiyor olması. O tıklım tıklımlığın, kimin eli gerçekten kimin cebindeliğin, bezdirmesi.

Öncelikle istasyonlarda metrobüslerin nerede duracakları belli değil. Halk, ön kapı daha az yoğun olur inancıyla hep o bilinmeyen tarafa bir koşturmaca içerisinde. Halbuki deneyimlerime göre arka kapı, en az yoğun olanı ama kapıların açılacağı noktayı kestiremediğinizden kalabalığın peşinde daha binmeden kayboluyorsunuz. İçerisi zaten koğuş gibi, herkesle akrabasınız. Dizler, omuzlar, saçlar, karışan nefesler, yolculuk eden büyük bir aile olmanın özellikleri bunlar. İnme anı ise gene cesaret gerektiriyor çünkü birilerini itmen ve aileden koparman lazım. Nazik güruh, pardon’larla inmeye çalışırken aslında konuşmanızın bir manası yok, önce hafiften sonra şiddetle kaktırın gitsin. Yaşlılar, çocuklular ve bayanlar mı? Yaşasın metrobüste 'ucuz ve hızlı' ulaşım ayrıcalığı.

Plastik Kapaklar

Sokaklarda asılı büyük pet su bidonlarının içinde birikmiş rengarenk şişe kapaklarını her yerde görmeme rağmen önce bir anlam veremiyorum. Sonra cesaretimi toplayarak yoldan geçen bir amcaya danışıyorum. Sözleri ve gözleriyle beni oracıkta un ufak ediyor. Böyle hayırsever bir projeyi bilememem gibi bir ihtimalin olması aslında başlı başına bir ihtimalsizlik. Peki nereden bilecektim ki? Plastik bidonların üzerinde bir şey yazmıyor. Birileri kapakları biriktiriyor ama bu, sanki bizim evde uzun zamandır uygulanan, cam şişeleri farklı yerde toplayıp ayrı çöpe atmak gibi bir geri dönüşümü anımsatıyor. Neyse, amcadan gerçeği öğrenmiş oluyorum ama devamında başka sorular kafamı kurcalamaya başlıyor. Peki bu kapakları kim topluyor ve nereye gönderiyor? Tekerlekli sandalyeleri hangi dernek veriyor? Bu projenin organizasyonu kime ait? Ta ki bir gün, Müge Anlı’nın ‘kayıp kişileri bulma ve cinayetlerin meçhul faillerine ulaşma’ programında Esenyurt Belediye’sinin toplanan kapaklara karşılık tekerlekli sandalye verdiğini izleyene kadar. Demek bu dönüşümden Belediyeler sorumlu. Proje gerçekten süper, halkımın duyarlılığını huzurunuzda bir kez daha ayakta alkışlıyorum. Doğru yolda ve bir arada yaşadığımızı tekrar hissettiriyor bana.

Ama düşünmeden de edemiyorum; bu kadar büyük ve güçlü firmamız varken, biri de çıkıp böyle önemli bir projeye sponsor olmayı akıl edemedi mi? Ufak bir ekip kurulur, bilemedin 10 kişi, sonra her ilden yarı zamanlı çalışmak isteyen üniversite öğrencileri seçilir. Kapakların biriktirileceği binlerce, her yere kolayca asılabilir toplama kutuları üretilir. Bunlar, Türkiye’deki bütün Belediyelere dağıtılır, devamında toplanan kapaklar, geri dönüşün şirketlerine yollanır. Geri dönüşümden gelen gelir ile tekerlekli sandalyeler alınır, belki sponsor şirket geliri kendi cebinden ikiyle çarpar. Belediyelerin topladığı kapak sayısı oranında seçeceği vatandaşlara da her ay güzel bir törenle verilir. Özel şirketlere, haliyle kendi reklamlarını yapacakları için olumsuz yaklaşabilirsiniz, büyük bir sivil toplum kuruluşu da aynı mantıkla hareket edemez miydi? Amaç, organize hareket ederek daha fazla kişiye tekerlekli sandalye ulaştırmak değil mi?

Vodafone

Laptopumla internete bağlanmak için 1 haftalık kullanım paketiniz 14 küsur TL iken hattıma sadece bu hizmet için yetecek miktarda parayı yüklememe izin vermiyorsunuz. Neden illa fazlasını yüklemek zorundayım? Ben artanı gittiğimde ne yapacağım? Başkasının hattına transfer etmek için bir de üstüne 1 TL almak neyin kafasıdır? Zaten hat, hattın vergisi, usb modem ve haftalık kullanım ücretini baştan alıyorsunuz. Ama yeter...

www.cancavusoglu.com

İSTANBUL İZLENİMLERİ - 2: 'YALAN ERDEM'

Herkesin hayatına en az bir kez ‘Yalan Erdem’ girmiştir. Benim de çocukluğumun geçtiği İstanbul, Ataköy’deki arkadaş ortamında Yalan Erdem’in hikayeleri ağızdan ağıza dolaşır, ufak grubumuzda adeta bir mahalle efsanesine dönüşürdü.

‘Bir gün Yalan Erdem kocaman bir piyano almış, çok katlı bir evde oturuyor, asansöre sığmadığı için piyanosunu sırtladığı gibi 11. kata kadar taşımış. Tabi nefes nefese, piyanosunu önceden hazırladığı, evin en güzel köşesine yerleştirmiş. Bu arada Yalan Erdem, piyano çalmasını bilmiyor ama heves etmiş işte. Başlamış tuşlarıyla oynamaya, mi, fa sol, derken bir süre sonra canı sıkılmış ve açmış televizyonu. Bir programın tam ortasına dalmış, şans bu ya programda piyano başında oturan bir amca, hüngür hüngür kameralara derdini anlatmaya çalışıyor, meğer parmakları olmadığı için piyano çalamamaktan yakınıyormuş. Yalan Erdem, oturduğu koltukta dona kalmış. Gözlerinden bir kaç damla yaş süzülmüş, sonra yavaşça yerinden kalkmış ve piyanosuna doğru yönelmiş.’ Hikayenin bu kısmında sizler de benim gibi Yalan Erdem’in piyanosunu televizyondaki amcaya hediye edeceğini düşünebilirsiniz ama o ne yapmış? ‘Sinirle tuttuğu gibi piyanoyu pencereden dışarıya fırlatmış. Sevdiği piyanosu, 11. kattan yola doğru süzülürken peşinden bu sefer de tutmuş televizyonu fırlatmış.’

Hikayenin sonu böyle bitmiyor tabi, arkadaş ortamında istediğiniz kadar sündürebilir, sonra sıkılınca yeni bir hikayeye başlarsınız. ‘İşte efendim Yalan Erdem bir gün Kadıköy vapuruna binmiş, yanına sevimli mi sevimli bir kız çocuğu oturmuş...’

Eskilerde ‘geyik’ derdik biz buna, temalı geyik. Yenilerde ‘yaratıcı drama, doğaçlama çalışmalar’ deniyor; anlık rol ve karakter değişimli terapilerde, uyumlu bir grupla daha ötesine geçersek, tiyatro ve sahne çalışmalarında kullanılıyor. Sonuçta bizim çocukluğumuzun eğlenceli Yalan Erdem hikayeleri, halbuki bilimsel, çok yararlı uygulamalarmış.

Ta ki gerçekten bir Yalan Erdem’le karşılaşana kadar.

Şimdi konusu geçen Erdem ise benim Amerika’dan bir arkadaşımın İstanbul’da yaşayan başka bir arkadaşı. Hiç sevmem böyle ilişkileri ama bir anlık yakalanmış bulundum. Yalan Erdem’le ben İstanbul’a gelmeden 1 ay önce telefon, twitter derken bir şekilde iletişime geçiyoruz. Bu Erdem’in çok önemli bir misyonu var hayatımda... Basılmasını planladığım ikinci devam romanım ‘Bağımsız’ için yüksek yerlerdeki yayınevi sahibi arkadaşlarını devreye sokacak. Ama ilk romanımı daha okumamış, sorun değil, hemen 3 kopya gönderiyorum.

Neyse efendim, ben İstanbul’a geldikten ancak bir hafta sonra gerçekten tanışabiliyoruz çünkü Yalan Erdem çok yoğun. Ben kişilerdeki bu ‘çok yoğunluk halini’ bir türlü anlamamışımdır. Değer verdiğiniz insanlar, hobiler ve projeler için ne yapar eder zaman bulur, olmadı yaratırsınız değil mi? Sonuçta karşınızdaki kişi Sabancı’nın CEO’su veya bir Belediye Başkanı, önemli bir hastanenin Başhekimi değildir. Anlayacağınız derinden bir koku almaya başlamıştım zaten. Yalanın kokusunu... Ama gene de ‘dur bakalım, sepetten ne çıkacak’, diyerek kendimi kandırmaya devam ediyordum.
Yalan Erdem’i evimizin yakınında güzel bir mekana, akşam yemeğine ancak ikna edebildim. Genç bir arkadaşla karşılaştım, daha 30’una varmamış. Sıradan bir görünüşü vardı, bir şirketin IT bölümündeymiş. Kişilerin mesleklerine pek fazla önem vermediğimden olsa gerek, kurcalamadım ama kafamda da gerekli notları tutuyordum. Neyse siparişler verildi, sohbet gayet sıcak gelişiyor derken Yalan Erdem, her zamanki gibi iş yükünden dolayı çalışması gerektiğini belirterek çıkarıp laptopunu önüne koydu, bir şeylere bağlandı, server’lara falan. Bir yandan yemeğini yemeye çalışıyor, diğer yandan bilemem artık, biriyle MSN’den yazışıyor, geri kalan boşluklarda da benimle sohbet ediyordu.

Şaşırdım tabi. İlk hissettiğim, Yalan Erdem’in beni hiç takmadığıydı. Bir insan bu kadar duyarsız olabilir miydi? Ama sonrasında ‘yazık’ dediğimi hatırlıyorum, yani karşımda oturan bu genç adam, rahatça bir yemek yiyemeyecek kadar çalışıyor ve aldığı maaş da, üç aşağı beş yukarı Türkiye standartlarında belli. Zaten hala ailesiyle yaşıyormuş. İçim bir an 'cız' etti. Arkadaşlar, bazen ben gerçekten salak oluyorum da anlatamıyorum kimseye... :-)

Konu bir ara dönüp dolaştı, ona gönderdiğim kitaplara geldi. Nihayet romanımı okumuş ama gözlerindeki bakış, aslında okumadığını anlamama yetmişti. Belki ilk 20 sayfasına şöyle bir göz atmıştır, diye düşündüm, o da buluşmamızdan bir gün önce. Sonra kitabın bir iki yerinden kendisine ters zarf attım, baktım mektuplar boş dönüyor, hiç bozmadım. ‘Normaldir’, dedim, ‘çocuk zaten çok yoğun, bir de araya ısmarlama kitap sıkıştıracak, yani olacak iş değil.’ Sohbet ilerledikçe Yalan Erdem, beni önemli bir yayınevinin sahibiyle tanıştıracağını, ilk kitabımı ona da verdiğini, bu kişinin beğendiğini ama gelin görün ki, işlerinden dolayı onun da çok yoğun olduğundan bahsediyordu. Nasılsa alışkınız değil mi? Yalanın yoğunluğuna...

Bir ara sohbet esnasında Yalan Erdem’e Çin’de yaşadığım, gördüğüm yerlerden bahsediyordum, özellikle tatil yaptığım Sanya Adası çok ilgimi çekmişti çünkü insanlar resmen teknelerde yaşıyor, nehirde kendilerine böyle bir şehir inşa etmişlerdi. Yalan Erdem, o anda ani bir hareketle laptopunu bana doğru döndürdü ve ‘bu yerin adı nasıl yazılır?’ diye sordu. Google’a Sanya’yı (aslında yazıldığı gibi okunuyor, nereden bilecekti) tuşladı ve önünde resimler belirdi, nehir boyu dizilmiş teknelerden oluşan bir şehir... Her şey 5 saniye içinde gerçekleşmişti. Sonra Erdem hiç yorumsuz, laptopunu gerisin geriye önüne doğru döndürdü. Ne bulmayı ummuştu acaba? Yalan Can’ı mı?

Neyse, bizim yemekler bitti, kahveler içildi, hesap Alman usulü ödendi. 10 gün sonra Ayı Sözlük’ün düzenlediği Birinci Yazarlar Zirvesinde Murat Renay arkadaşımla konuşmacı sıfatıyla yer alıyorduk, orada tekrar karşılaştım Yalan Erdem’le. Bu arada aramızda mesaj trafiği yaşanıyordu; yayınevi sahibi yurt dışından dönmüş, gene yoğunmuş, bir türlü bizi bir araya getiremiyormuş ama yani Erdem bunun için adeta kıvranıyor, bir uğraşıyordu ki sormayın. Açıkçası Zirve’de kendisiyle fazla sohbet etme fırsatı bulamadım, benim davetlim olarak 4 kişi gelmişler miydi? Yoksa, öylesine mi uğramışlardı? Pek de anlamadım zira ortasında kalkıp gittiler. Yer ve zaman dar, yalanın kokusu da artık genizlerimi yakıyor. Üstüne özellikle ilgilenmem gereken asıl katılımcılar, değerli Ayı Sözlük yazarları var. Buradan bir kez daha kendilerine düzenledikleri harika etkinlik ve yönelttikleri samimi sorular için teşekkürlerimi sunarım. Tadı damağımda kaldı...

Sonrasında Erdem’le 3-5 mesajlaşma daha yaşandı. Gideceğim gün sağ olsun not etmiş, son bir veda mesajı aldım. Yayınevi sahibinin ailevi problemleri varmış, falan filan. Ama ben çoktan kendi dişçi problemlerimden dolayı gidişimi bir hafta ertelemiştim. Erdem’in bu habere çok şaşırdığına eminim. Ama o son haftada da bir şey çıkmadı ve Yalan Erdem’in hikayesi, ben Amerika’ya dönünce, burada, böylece bitti.

Belki bu karakteri beğendiniz, sevimli, kendi çapında, yalancı bir çocuk işte. Aslında dürüst olmayı seçseydi, gözümde belki kapasitesi ve ilişkileri sınırlı, çaresiz, belki de zaman kaybı olarak kalacak ve bu yazı da hiç yazılmamış olacaktı. Ama siz hikayeye kaldığı yerden doğaçlama devam etmek isterseniz eğer, sündürebildiğiniz kadar sündürün.

Yalan Erdem’i ben çektim, bu kadar uzadı... Siz çekin, bakalım daha ne kadar uzayacak? :-)

Herkese sevgi dolu, yalansız bir dünya dilerim.

www.cancavusoglu.com

İSTANBUL İZLENİMLERİ - 1: 'MAHKUM'

Uzun bir ayrılık yaşadım köşemle, sizle ve kendimle. Aslında çok yakınınızdaydım, İstanbul’da, hem de 3 sene aradan sonra... Ama o kadar yoruldum, bezdim, o kadar karıştım ki griye, siyaha, yapmacığa ama onun da tam koyusuna, laptopuma küstüm diye düşünürken aslında kelimelere kurumuşum. Şimdi yazarken anlıyorum.

Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Delicesine aşık oldum, terk edildim ve terk ettim. Tanımadığım insanlarla kavga ettiğim de oldu, sarıldığım, onlarla ağladığım da. Ama bu koca şehri, şehirlerin efendisini hiç bu kadar umudunu kaybetmiş, yaşama küs, özü sanki esir görmemiştim.

Şehrin esaretindeki halk, şehri mahkum etmişti kendine.

Renkler hep koyuydu. İnsanların kıyafetleri ve yüzleri, oturdukları binalar, arkasında saklandıkları perdeler, tökezledikleri yokuşlar, itişerek bindikleri metrobüs ve tramvay, gazete okudukları meydan ve biçimsiz parklar, secdeye yattıkları camiler, balık tuttukları yamuk köprüler, denizin kendisi ve düş kurduklarını sandıkları gökyüzü, daha sayayım mı?

Ne olmuştu İstanbul’a böyle?

O masum çocuklar, bu insanlara, onlar da İstanbul’a dönüştüler.

Kazayla bile olsa utana, sıkıla ‘merhaba’ derken, gizlenen gülümsemelerdeki samimiyetsizliği ve kuşkuyu, el sıkışırkenki soğukluğu ve mesafeyi hissederseniz hiç selamlaşmasanız da olur değil mi? İşte, tam da bundan bahsediyorum. Göz göze gelmekten kaçınan, selam vermekten korkan insanlarla dolu bir İstanbul’du bulduğum.

Yoksa, yoksa değişen ben miydim?

Koyunun tonlarına tahammülü kalmayan,

Samimiyetsizliğin ta içine tüküren,

Şehre utanmadan sizin yerinize bağıran.

Anladım!

Hapsolmuştunuz siz.

Zincirleriniz yoktu ama aynaya bakar gibi birbirlerinizin yansımalarında yaşıyordunuz.
Hep başlar öne eğik, hep gri, hep puslu, hep mahkum...

www.cancavusoglu.com

METROSFER YAZARLARI AYI SÖZLÜK'ÜN ETKİNLİĞİNDE OKURLARIYLA BULUŞTU

İnteraktif LGBT Sözlüğü Ayı Sözlük’ün organize ettiği ‘Birinci Yazarlar Zirvesi’ aynı zamanda Metrosfer yazarlarından Murat Renay ve Can Çavuşoğlu’nun katılımıyla, 10 Mart 2013’de Taksim Sugar & Spice Cafe’de düzenlendi.

40’a yakın Ayı Sözlük yazarının hazır bulunduğu zirvede, eşcinsellik olgusu ve toplumda görünürlük, konuşmacıların Türk eşcinsel edebiyatına bakış açısı, kitap yazım sürecinde karakterlerin oluşturulması, kurgulanması, basım aşamasında yeni yazar adaylarını bekleyen olası zorluklar ve eserin basıldıktan sonraki reklam-tanıtım ayağı, tüm katılımcıların sorularına açık bir sohbet ortamında değerlendirildi.

Zirve esnasında Renay ve Çavuşoğlu’nun imzalı kitapları, 6 şanslı Ayı Sözlük yazarına kura ile hediye edildi.

Zirveye katılan Ayı Sözlük yazarlarının deneyimleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için www.ayisozluk.com adresinden ‘ayı sözlük birinci yazarlar zirvesi’ başlığını tıklayınız.

Murat Renay kimdir?
1978 İzmir doğumlu Renay, ülkemizin en iyi Sinema-TV okullarından birinde okudu. Halen bilişim sektöründe çalışmaktadır. Şubat 2011′de “bir @homohobi kitabı-SÖYLENMEYEN’i Goa Yayınları’ndan yayınladı. Kitap okuyucuları tarafından kısa sürede çok sevildi. Murat Renay’ın ikinci kitabı “BEN SENİN BİLDİĞİN ERKEKLERDEN DEĞİLİM” Mart 2012′de Goa Yayınları’ndan çıktı. Ekim 2012′de Türkiye LGBT’lerini dünyayla buluşturan Gays Of Turkey bloğunu yayına hazırladı. Detaylı bilgiler için www.muratrenay.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

Can Çavuşoğlu kimdir?
1970 İstanbul doğumlu Çavuşoğlu, Batı Florida Üniversitesinden Yüksek Lisans derecesiyle mezun oldu. Uğur Dershaneleri ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde değişik pozisyonlarda öğretim görevlisi ve yöneticilik yaptı. 2006-2009 yılları arasında Çin Halk Cumhuriyeti’nde görevliyken doğu kültürünü yakından tanıma fırsatı buldu. Halen Amerika’da yaşamaktadır. Psikolojik gerilim tarzı ilk romanı “BAĞIMLI” Ekim 2011’de yayınlandı. İkinci devam romanı “BAĞIMSIZ” ise halen basım aşamasındadır. www.cancavusoglu.com

Ayı Sözlük'ü Can Cavuşoğlu'nun röportajından tanıyalım...

Belli bir cismi ve kütlesi olmayan, adına internet dediğimiz, elektron mikroskobu ile dahi göremediğimiz bir organizma, pizza siparişimizden faturalarımızı ödemeye, uzaktaki arkadaşlarımızla iletişimden gazetelerimizi ücretsiz okumaya kadar daha pek çok konuda hayatımızla adeta bütünleşmiş durumda. Bilgi konusunda dünyanın tüm kütüphanelerini iki parmak hareketiyle ekranımıza taşıyan, sonunu kestiremediğimiz, sınırları keşfedilmemiş bir okyanus...

Bu söyleşime konu olan interaktif sözlükler ise bildiğimiz sözlüklerden esinlenilerek oluşturulmuş, etkileşime dayanan ama aynı zamanda bu sonsuz bilgi yığınlarının çoklu ortamda derlenip toplanması sayesinde kullanıcılarına kolayca erişim sağlayan, sosyal olmanın yanı sıra bir o kadar da eğlenceli oluşumlar. İnteraktif sözlüklerde, üyeler çeşitli kavramlar hakkında “giriş” adı verilen yorumlar yazmakta. Ülkemizde yaklaşık 700.000 sözlük yazarı, 7.000.000 okuyucu kitlesi bulunmakta.

Son zamanlarda LGBT bireyler arasında kullanıcı sayısı hızla artarak öne çıkan Ayı Sözlük ve kurucusu “Dark Bear” (tabii ki kurucunun kod adı oluyor) ile genelde interaktif sözlükleri özelde ise Ayı Sözlüğü konuşma fırsatı buldum.

- Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
- Aslımız göçmendir, 11 senedir İstanbul'da yaşıyorum. 32 yaşındayım. Elektronik Bölümü mezunuyum. Özel bir şirketin AR/GE bölümünde çalışıyorum.

- Türkiye’de halen kullanımda pek çok interaktif sözlük var. Bunlara bir yenisini eklemek biraz riskli değil miydi? Siz Ayı Sözlük’ü oluştururken neler düşündünüz?
- Türkiye'de dediğiniz gibi interaktif sözlüklerin sayısı bir hayli fazla, çoğunun tarzı birbiriyle hem şekil hem de kullanım açısından benzeşiyor. Özellikle son dönemde her üniversitenin bir sözlüğü var ya da yapım aşamasındalar. Uzun yıllardır Türkiye'nin en bilinen ve okunan sözlüklerinde yazarlık yapmaktayım, Türkiye'deki transfobinin ve homofobinin maalesef bu tür platformlarda da var oluşu, benim gibi yazarların istediklerini özgürce yazamamalarına sebep olabiliyor. Ayı Sözlük'ün kuruluşundaki en önemli etken, özellikle cinsel yönelimi sebebiyle ötekileştirilen birçok yazarın böyle bir sözlüğe ihtiyaç duymasıydı. Bir LGBT sözlüğünün var oluşu ve yazarlarının burada kendi tecrübelerini en basit dille paylaşmaları, eşcinselliklerini kabul etmeye çalışan genç LGBT bireylerin bu süreci daha kolay ve sancısız atlatmalarını sağlayacak. Her yerde konuşulamayan birçok konu hakkında Ayı Sözlük sayesinde bilgi sahibi olmak mümkün olabilecek. Biz de bu amaçlarla yola çıktık.

- Ayı Sözlük’te en çok giriş yapılan başlık hangisi? Ve sizce neden?
- En çok giriş yapılan "sohbet" ve "an itibariyle dinlenen şarkılar" başlıklarından sonra 3. sırada "ayı sözlük itiraf" başlığı geliyor. Bu başlığın çokça giriş almasının sebebi ise LGBT bireylerin gerçek yaşamlarında özgürce paylaşamadığı konuları, başlarından geçen anıları ve düşünceleri burasını bir dert ortağı yerine koyarak paylaşmalarından olsa gerek. Eğer kişi çevresindeki sorunları, sevinçleri, mutlulukları, hayatındaki önemli gelişmeleri gereken o önemli anda rahatça paylaşabileceği birilerini bulamıyorsa bunu sözlüğümüze yazarak biraz olsun rahatlıyor. Bir nevi azınlık psikolojisi gibi düşünün; özgürlükleri kısıtlanan ve ötekileştirilen LGBT bireylerin kendilerini rahatça ifade edebilme arzusu olarak görüyorum.

- İnteraktif sözlüklerin amiral gemisi sayılan Ekşi Sözlük, son zamanlarda gündeme hakaret davalarıyla geliyor. Ekşi Sözlük, acaba asıl kuruluş amacından sapmaya mı başladı? Ayı Sözlük’te bu tür sorunlarla hiç karşılaştınız mı?
- Yayına başladığımız andan günümüze böyle bir dava durumuyla karşı karşıya kalmadık. Demokrasinin temel ilkelerinden birisi olan düşünce özgürlüğü ve kişilerin bunu yazılarına yansıtması kadar doğal bir şey olamaz. Bunun dava boyutuna taşınması ise özgürlüklere baskı uygulayarak kişilerin ellerinden almaktır. Ülkemizde kâğıt üzerinde var olan ama aslında yok edilmiş birçok benzer özgürlük mevcut diye düşünüyorum.

- Organizasyon yapınız nasıl? Aranızda bilgi akışını nasıl sağlıyorsunuz? Ayı Sözlük ile ilgili bazı teknik detayları bizimle paylaşır mısınız?
- Ayı Sözlük’te 2 kurucu, 2 webmaster, 5 moderatör, 13 editör ve 55 ispitçi yazar bulunmakta. İspitçiler, hatalı girişleri yönetime bildiren arkadaşlardır. Bunun dışında bizi görsel medyada temsil eden ve hukuk danışmanlığımızı yapan 2 yazarımız daha sözlüğümüze katkı sağlamakta. Günden güne artan bir ziyaretçi sayımız oluştu, sözlüğümüzü son dönemde günde ortalama 700 kişi ziyaret ediyor. İlk açıldığımız aylarda günlük 120 giriş ortalamamız varken, ilk 6 ay sonunda 200 girişe ulaştık. Son 2 aydır günlük giriş ortalamamız ise 370’leri bulmuş durumda. Şu anda sözlüğe katkı sağlayan toplam 615 kullanıcı bulunmakta. Bu kullanıcıların 350’si yazar, 265’i ise çaylak konumundalar. Çaylaklar, bizim yazar adaylarımızdır. Yazar olmak için ise öncelikle kurallara uygun 10 giriş yapmaları gerekir. Ayrıca son 1 ayda sözlüğümüze yeni 83 kişi kaydoldu ve bu günden güne artarak devam etmekte.

- Sosyal Medya Haber Sitesinin İnteraktif Sözlükler Haziran 2012 sıralamasında 2964 giriş ile 25 sözlük arasında 22. sırada yer alırken, Kasım 2012’de 10603 giriş ile 27 sözlük arasında 7. sıraya yükselerek adeta zirveyi zorlamaya başladınız. Bir anda artan bu popülerliğinizi siz neye dayandırıyorsunuz?
- İnteraktif sözlükler sıralamasında açıldığımız ilk günden itibaren önemli bir giriş adedine sahiptik, tabi bu sıralamayı yapanların öncelikle bizden haberdar olmaları gerekiyordu, bunun sonucu listeye biraz geç dâhil olduk. Bu sıralamaya girmiş olmamız ise bizim yükselmemize etken olmadı, sürekli yükselen bir ivmeye sahip oluşumuzun sebebi sadece yazarak değil aynı zamanda etkinlikler oluşturarak sosyalleşmemizden kaynaklanıyor. Bu geçen 15 ay boyunca düzenlediğimiz 23 zirve bence bu yükselişin en büyük sebebidir. Yazarların bir araya gelerek çeşitli sosyal etkinliklere katılabiliyor olması sözlükteki motivasyonu her zaman en üst düzeyde tutuyor. Sosyal medyayı doğru kullanarak insanları bizden haberdar etmemizde bu yükselişin diğer bir sebebi diyebilirim. Ayrıca 12 Kasım 2012’de İMC TV’de yayınlanan "Mor Bülten" programına katılmamızın toplumu bilgilendirme açısından çok yararını gördük.

- Sizce interaktif sözlüklerde Türkiye hangi noktada duruyor? Ayı Sözlük olarak yeni projeleriniz ve hedeflerinizi öğrenebilir miyiz?
- Türkiye, aslında diğer birçok dünya ülkesinden farklı bir konumda bulunuyor. 80’lerin ihtilal dönemini yaşamış bir ülkeyiz; özgürlüklerin sürekli kısıtlandığı, emeklerin baltalandığı, insanların ötekileştirildiği ve düşünce, ırk, din, cinsel yönelimlerinden dolayı bireylerin hapsedildiği, sürüldüğü ve öldürüldüğü günler yaşadık. Geçmişten günümüze gelen baskılar neticesinde kişiler hala özgür ve gerçek düşüncelerini internet ortamında bile takma bir rumuz arkasına saklanarak ifade etme mecburiyetinde kalıyorlar. Örneğin ülkemizdeki LGBT bireyler herkes gibi eşit haklara sahip olsaydı ve kendilerini özgürce ifade edebilselerdi, ne biz Ayı Sözlük’ü açardık, ne de bu insanlar bizde yazarlık yapma ihtiyacı duyarlardı.

Yeni projelerimizden ise Ayı Radyo’yu sayabilirim, yayına yeni başladık, tam anlamıyla etkin bir radyoya dönüşmemiz için halen ekip oluşturma aşamasındayız. Radyoculuğu profesyonel olarak yapmış yazar arkadaşlarımız da var ve onların tecrübelerinden faydalanıyoruz. İlerleyen dönemde bir dergi düşünüyoruz, birde aramızdaki müzisyen yazarlardan oluşan bir müzik grubu kurma çabamız var.

Sözlüğümüz her konuda yazacak, sesini duyuracak, etkinlikler düzenleyecek ve bizden olanlara yol göstermeye devam edecektir. Ayı sözlük hakkında tam anlamıyla fikir sahibi olmadan ve sonucunda bizi kötü yönde eleştiren diğer LGBT bireylere buradan sizin aracılığınızla seslenmek istiyorum; “lütfen bize daha yapıcı yaklaşın ve köstek yerine destek olun. Eleştirilerinize elbette sonuna kadar açığız, en azından öncelikle Ayı Sözlük’ü olması gerektiği gibi kullanmayı denedikten sonra bir eleştiride bulunursanız bizim de hatalarımızı görmemizi sağlarsınız.”

Son olarak Metrosfer’e bize bu imkânı sağladığı için çok teşekkür ederim.
Ayı Sözlük Web Sitesi: http://www.ayisozluk.com/
Facebook: http://ayisozluk.com/lnk/fcbook
Twitter: http://ayisozluk.com/lnk/twtter
Google+: http://ayisozluk.com/lnk/google
Mor Bülten Programı: http://ayisozluk.com/lnk/mblten

OKULLARDAKİ ŞİDDET DÜNYA GÜNDEMİNDE

Okullarda şiddet, günlük hayatımızda yer alan sıradan bir olaya dönüştü. Zorbalık, korkutma, sanal taciz, tehdit ve fiziksel saldırı... Saydıklarımızın hepsi eğitim sistemimizin eksi puanları.

İletişim teknolojileri, öğrencilerin günlük hayatlarının bir parçasıdır. Fakat bu cihazlar bazen suistimal edilebiliyor. Tehdit içerikli, aşağılama ve korkutma amaçlı mesajlar gönderme ya da gizli video çekimi yapmak gibi. Bu tacizlerin sonu intihara kadar gidebiliyor.

Kar tanelerinin oluşturduğu girdabın içerisinde aileler ve öğrenciler, bugün okula gelemeyecek olan Amanda Todd için toplandılar. Amanda intiharından önce video paylaşım sitelerine gönderdiği mesajında, okulda ve çevrimiçi uğradığı şiddetin, onu çaresizlik içerisine sürüklediğini belirtiyor.

Ölümünden sonra 25 milyon defa izlenen Amanda'nın hikayesi, bir nebze de olsa sanal tacize karşı global bir dikkatin oluşmasını sağladı.

Sandy Hook saldırısı hala belleklerde

Okullardaki şiddetin tek boyutu, sosyal medya üzerinden yapılan tacizler değil. Bu şiddet, öğrencilerden ya da okul dışından gelen ve zaman zaman kanlı olabilen fiziksel saldırıları da kapsıyor.

ABD'de geçen yılın sonlarında, Connecticut Eyaleti Newton kentinde Sandy Hook İlkokuluna düzenlenen silahlı saldırı sonucu 20’si çocuk 28 kişi hayatını kaybetmişti.

Bu yazımda, televizyonlarda seyrettiğiniz iç burkan görüntülerin ve gazetelerde yayınlanan üzücü resimlerin tekrarına girmektense, benzer olayların gerisinde yatan, kendileri de birer çocuk olan saldırganların, gözlerini kırpmadan sınıf arkadaşlarını ve öğretmenlerini öldürmeye götüren psikolojilerine, buna yol açan asıl faktörlere değinmek istiyorum.

Öncelikle yapmış olduğum araştırmalar gösteriyor ki okullara yönelik saldırılar, Amerika dâhil daha pek çok ülkede benzer özellikler göstermekte.

Okul saldırılarının tarihçesi

- ABD: 91 saldırı ve 259 ölüm. İlki 1966 yılında gerçekleştirilen saldırıların sadece 13’ü ölümle sonuçlanmamış.
- Avrupa: 16 saldırı ve 91 ölüm. 3 saldırıda ölen yok. Okullara yönelik ilk saldırı 1913 yılında kaydedilmiş.
- Kanada: 9 saldırı ve 26 ölüm. Sadece bir saldırıda ölen olmamış. İlk saldırı 1902.
- Güney Amerika, Asya, Avustralya: 8 saldırı ve 29 ölüm. Bütün saldırılarda en az bir ölüm gerçekleşmiş. İlk kaydedilen saldırı; 1997.

Saldırganların ortak özellikleri; 14-20 yaş arası erkekler, aile içi yaşanan sorunlar ve reddedilme, ileri düzeyde psikolojik bozukluklar, uyuşturucu ve diğer tehlikeli ilaçların farklı amaçla kullanılması, okulda zorbalığa uğramak ve dışlanma, düşük ders notları ve sınıf kaybı, ani öfke nöbetleri.

Neden okullara saldırıyorlar?

 Alfred Universitesi tarafından kendi öğrencileri arasında yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre saldırıların sebeplerinin aşağıdaki gibi olabileceği değerlendirilmiş.

Öncelik sırasına göre; saldırganların gerekçelerini şöyle sıralayabilirim...
1. Kendilerine zarar veren kişilerden intikam almak (87%)
2. Diğer öğrencilerin uyguladığı zorbalıklar (86%)
3. Yaşama değer vermemeleri (62%)
4. Evlerinde maruz kaldıkları şiddet (61%)
5. Psikolojik bozukluklar (56%)
6. Rahatça silah bulabilmeleri (56%)
7. Aileyle geçimsizlik (55%)
8. Evlerinde şiddete şahit olmaları (54%)
9. İçki ve uyuşturucu madde kullanımı (52%)
10. Arkadaşlarının olmaması (49%)
11. Televizyonda, filmlerde ve video oyunlarındaki şiddet (37%)
12. Yaşadıkları mahallenin tehlikeli olması (34%)
13. Başkalarının yönlendirmesi (28%)
14. Öğretmenlerin umursamazlığı (26%)
15. Kendi güvenliklerinden korkmaları (20%)
16. Sadece canları sıkıldığı için (18%)

Ulusal Suç Analizleri Merkezi’nin (National Center of the Analysis of Violent Crime) gerçekleştirdiği “okullarda suç” araştırmasına göre ise toplumun bu konudaki kimi düşüncelerinin hatalı olduğunun altı çiziliyor. Okullara yönelik saldırıların genel bir salgın olmadığını, bütün saldırganların ortak özellikleri taşımadığını, hepsinin dışlanmış kişilerden oluşmadığını ve sebebin her zaman intikam olmadığını ama en önemli sorunun, suçluların silahlara kolay erişimi olduğunu belirtiyorlar.

Ayrıca araştırmada sadece bir sebebe bağlı kalmaksızın saldırganın hem aile, hem okul hem de sosyal çevresinde yaşanan olayların ortak etkilerinin şiddet eylemlerine yol açtığını tespit etmişler. Bu tür eylemlere eğilimi olan bireylerin ortak bileşenlerini dört noktada özetlemişler.

Kişisel karakter ve davranış özellikleri
Kolay hiddetlenmek, öfke kontrol sorunu, arkadaşlarıyla uyum problemi, günlük yaşanan olağan sorunlarla mücadelede yetersizlik, duygusal ilişkilerin getirdiği ayrılıklar, adaletsizliğe uğrama duygusu, depresyon belirtileri, narsist kişilik, dışlanmak, başkalarını dışlamak, devamlı özel ilgi beklemek, diğerlerine üstünlük duygusu, sıklıkla başkalarını suçlamak, özgüven eksikliği, hoşgörüsüzlük, biçimsiz ve uygunsuz şakalar yapmak, başkalarını kontrol etmeye çalışmak, güvensizlik, kapalı bir sosyal grupta yaşamak, davranışlarda ani değişimler, katı kararlar vermek, şiddete olan eğilim, çevresini tehdit etmek…

Aile yapısı
Çalkantılı çocuk-ebeveyn ilişkisi, patolojik davranış eksikliği, silahlara kolay erişim, samimiyet eksikliği, aile içinde ya çok tutucu ya da aksine aşırı serbest kurallara maruz kalmak, televizyonun ve internetin takip edilememesi.

Okul yapısı
Okuldan kopuk bir görünüş çizmek, uygun olmayan davranışlara gösterilen müsamaha, disiplin kurallarının yetersiz kalması, okul içerisinde öğrencilerin (örneğin notu daha iyi olanların) kayırılması, öğrencilerin kendi aralarında sessiz kod uygulaması, internete kontrolsüz erişim, okulun genel güvenlik zafiyeti.

Sosyal yapı
Medya ve teknoloji, arkadaş grupları, alkol ve uyuşturucu, okul dışı ilgi alanları, kopya etkisi (başkalarını örnek almak).

Bu tür eylemler ve doğurduğu üzücü sonuçlarla ilgili yapılmış yüzlerce araştırma, yazılmış makale mevcut. Hepsinin ortak amacı benzer eylemlerin ileride tekrarlanmasına engel olmak ve mümkünse doğru tanı yöntemleriyle risk oranını en aza indirmek.

Türkiye’deki tablo
Türkiye’ye bakacak olursak, ortada işlenmiş bu boyutta bir katliam olmasa da karnesindeki kırıklar yüzünden ya da sevgilisinden ayrıldığı için dershane terasından atlayarak intihar eden öğrenciler olduğu gibi lise önlerinde birbirlerine taşlı sopalı saldıran çetelerin varlığı da yok sayılamaz. Her gün haberlerini şaşkınlıkla okuyoruz. Üniversitelerimizde yaşanan ideolojik şiddette, futbol takımı taraftarları arasında geçen anlam veremediğimiz nefret ve kinin gerisinde de benzer motivasyonların izlerini görmek mümkün.

Bizim tek farkımız sanırım silaha kolay ulaşmada önümüze konan engeller ki aksi nasıl olurdu? Düşünmek bile istemiyorum.

Son olarak da ebeveynlerden tutun da okul yetkililerine, öğrencinin yakın arkadaşlarından servis şoförlerine kadar yukarıda sıraladığım ortak belirtiler ve sosyal koşullar göz önüne alınarak bizim de gençlerimize artık daha duyarlı ve bilgili yaklaşmamız gerekiyor. Farklı ülkelerde yaşanan üzücü olayları sadece televizyonda seyretmek yerine benzerlerinin farklı ölçekte de olsa ülkemizde yaşandığını görerek önüne geçmek adına üzerimize düşen görevleri yapmalıyız.

Gençlerimiz, hem bizim geleceğimiz hem de dünyaya yön verebilecek birer cevherdir.

www.cancavusoglu.com