30 Kasım 2012 Cuma

TWİTTER ÜNLÜLERİNİN TWİTLERİNİN ARDINDAKİ RUH HALİ

Twitter’im benim, biricik sevgilim,
Söyle senden başka kimim var benim?

Aramızdaki o derin, samimi ve içten bağı düşünüyorum da, ne zaman eklemişim? Bu kimdir? İnan, umurumda değil. Yazılanlara şöyle bir göz atar, bilirsin, genelde okumadan geçerim. Ama en çok da canım sıkıldığında yanımdasın. Her satırında gizli kalmış hayallerim gün yüzüne çıkar. Aslında bunu bir beyin meditasyonu olarak düşünebilirsin. Ulaşmak istediğim yer ise; yalın, kütlesiz, kokusuz, sessiz bir hiçlik alanı. Şimdi, izin verirsen, hiçliğimin kapı aralığından ekranıma sızan LED ışığı eşliğinde seni bazı özel misafirlerimle tanıştırmak istiyorum. (Yani okuyucuyla)
erol köse @drerolkose
Bombayi patlatıyorum !!
Karmaşık ve rahatsız kişiliğini abartılı eylemlere dönüştürme başarısı göstererek bundan nemalanan nadir şahsiyet. Yeter ki tanınmış olsun, şarkıcı, sosyete, önüne kim gelirse kirli çamaşırlarını elleriyle çitiliyor. Aslında yaptığı sadece ayıpları ifşa etmek değil; böylece onları yıkıyor, temizliyor, güzelce katlıyor ve kaldırıyor. Bu yönünden dolayı kendisine medyanın sadık bir hizmetçisi diyebilirsin. Evindeyken ise yüzüne sakız gibi yapışan paranoyaları arasında ilaçlarını yutup boş duvarlara bakıyor. İşte, bu da onun gerçek hiçliği. Nihat, benden daha popüler. Cicişler, ara sıra alttan parmaklıyor. Mide bulantıları üzerine kurulu imajım sallantıda. Yarın öğle arasında kesin birinden dayak yiyeceğim, hissediyorum. Acaba koruma tutsam mı? Kaç tane? Hiçliğinin bombaları, bulanık midesinde her gün böyle “güm güm” patlıyor.

Nihat Doğan @NihatDogan_ND
2 şey var ama hangisi bilemiyorum :)))
Bu Nihat’ın kafasına bir türlü gidemiyorum, inan çok zor. Hadi bir kez daha deneyelim. Nihat, evinin salonundaki koltuğa kurulmuş panpalarından gelen eski twit’leri okumakta çünkü son 10 gündür saçma sapan bir kelam etmediği üzere ilginin Erol Köse’ye kaydığından endişeli. “Leyn, Teknik Direktör bile olduk, millete yaranamadık”. Bir ara eliyle parmak aralarını karıştırıp burnuna götürüyor, ondaki ilhamın asıl kaynağı işte bu şarabımsı-sirkemsi, kesif ayak kokusu. Yüzünde oluşan gülümsemeyle anlamsız bir aforizma eşliğinde hayranlarına sesleniyor. İki bilinmez ve bir hiçlik ve dört kişilik arasında kalmış ben kimim? Bilemiyorum. Bilemiyorsun. Bilemiyorlar. Bilin leeeeeyn? Hadi kodum…

alp aslan @herolion84
nargile mi içsek acaba?
Alp’i tanımıyorum ama bu twit’inden aslında en az benim kadar canının sıkkın olduğu aşikâr. Kalabalık bir kafede köşeye sıkışmış, tek başına etrafı kesmekte. Yarım saatte bir çay istemeyince kovulacağını adı gibi biliyor. Devamlı cep telefonunu, saatini kontrol ederek yan masalara sanki birini bekliyormuş sinyali çakmakta ama ben kül yutmam. Sen yalnız bir adamsın Alp. O da ne? Sanki beni duydu, Alp yavaşça kalkıyor ve şu diğer uçta oturan tavlaya dalmış iki kafadarın yanına yaklaşarak kendini nazikçe takdim ediyor. Oyunu bilmediğini (yalan tabi) ama seyrederek öğrenebilecek kadar zeki olduğunu ima ederek ortaya en pahalısından, torpilli bir nargile ısmarlıyor. “Abi, hep-yek geldi, di mi?”. Üzerinden 15 dakika geçmiyor, masadakiler Alp’e girişiyor. Yara bere içerisinde kalan Alp, kendini eve zor atıyor. Şimdi isteksizce aynaya bakmakta; “Her şeyi gene Hiç ettin be Alp!”. (lütfen “H”yi “P”ile yer değiştirin).

İbrahim Melih Gökçek @06melihgokcek
ŞU ANDA YAYINDAYIZ.:)
Bir an için Melih Gökçek’i Sincan’ın Çomak Deresindeki taş köprüde yayın tutarken hayal ediyorum. Yanında şakşakçıları ağam, paşam takılıyor. Hava buz gibi, oltalar çamurlu dereye salınmış, henüz tık yok. Arkada mangallar tütüyor, balık olmaması ihtimaline karşı löp gibi somonlar önceden terbiyelenmiş, yan yana dizilmişler. Özel şoförü Hüso baş kebapçı rolü üstlenmiş, işine karışan diğer şoförleri elinin tersiyle kışlıyor. Gökçek’in canı bir sıkkın pir sıkkın, benzer hiçliklere dalıyor; “Bu Çomak Deresini önce ıslah etsek de içine kolum kadar yayınları salsak da, vatandaş nasiplense, ha? Fena mı olur? Hava ne soğuk be kardeşim! Yetmedi, bir süre sonra balık tutma ruhsatı çıkarsak da kişi başı yılda 60-80TL çaksak da, eşe dosta iş çıkar, ha?”. Sonra oltasında hissettiği (aslında öyle sandığı) balığın dürtmesiyle tam bu hiçliğinden kopacakken berisinden gelen sesi işitiyor; “Başganım, RiTE’nin özel kalemi hatta, onlar da yayındaymış, gelsin diyor”.

lubunik @lubunik
Öfffff…. Aklıbaşında olmak istemiyorum. Haystir öte bayıl ya.
Lubunik? Herhalde bu lubunya’dan türetilmiş bir kelime olmalı. Minik lubunya gibi bir şey. Aklıma hemen bamya geliyor, ne kadar da çok severim, etlisini, zeytinyağlısını. Lubunik de öyle düşünmüş olacak ki kırmızı önlüğünü takmış, şıkır şıkırdım mutfakta bamya ayıklıyor. Çünkü akşama misafiri var ve çünkü o bol acılı ve ekşili, tavuklu bamya yemeğine bayılıyor. Kıbrıs’ta tavuklu bamya yemeği yaparlar, arkadaşından öğrenmişti. Kıbrıs’ta ayrıca tavuğa “bulli” derler ama bunun konumuzla alakası yok… Neyse efendim, Lubunik bamyanın arka kısmını ayıklarken cep telefonuna bir mesaj geldiğini duyuyor, “Canım benim, bu akşam gelemeyeceğim, hanım bizim durumu çakmış olabilir, bir süre haberleşmeyelim”. Lubunik pert, bamya sakin, randevu iptal, içindeki ses ona totosuyla gülerek tüm bamyaları çöpe atmasını söylüyor.

Barbaros Şansal @barbarossansal
Açıkgri parlak kumaş takımelbisenin altına çocukkakası rengi deriaykkabı giyen erkeklerin %92sinin pedofilik olduğunun anlaşılması korkunç!
Bu söylem, bende adeta Barbaros’un karanlık ruhunun twitter’a yansıması gibi bir durum çağrıştırıyor. Özetle, birbiri içine geçmiş iki farklı kişilik düşünün. İlkinde Barbaros, hipnoz altında derin bir uyku halinde, ikincisinde ise bu uykusunda garip bir rüya görüyor. Göz kapaklarına dikkat; korkuyla dans ediyorlar... Tabi rüyasında çocukluğuna dönüyor, evden bir hafta çıkmama cezası almış. Pencereden baktığında yukarıda bahsettiği gibi giyinmiş bir adamın parkta oynayan diğer çocuklara elle sarkıntılık yaptığını görüyor. Barbaros, aslında kendi hiçliğinde bu adamı tanıyor ama bir türlü ona ulaşamıyor. Hemen geriye sardığımızda ise önce rüyasından korkuyla uyanıyor sonra da hemen birincil hipnozundan çıkıyor. Peşi sıra manasız bir takım istatistikler üreterek bu saçma twit’i sallama ihtiyacı duyuyor. Eğer bizler, bahsi geçen adamı gerçekten tanıyor olsaydık Barbaros’un hiçliğine de yaklaşmış olacaktık.

Bagimli-Kitap @BagimliKitap
yan komşum gözlük dükkanı Obama şerefine yemek ısmarladı, yarın sıra bende :-)
Bu kişi şahsen kendim olduğu için en baştan beri sıkı takipçisiyim. Düşünüyorum da aslında ruh hali öyle çok da karmaşık değil. Özetle; aslında yemek ısmarlamak istemiyor. Zaten ertesi gün olunca oralı bile olmayacak… Diğer yandan okuyanların onun hem Obama’yı tuttuğunu hem de bonkör olduğunu sanmalarını istiyor. Obama kısmı doğru da diğeri sanırım biraz atmasyon olmuş. Bir de kendisi sanki biraz yüzsüz biri, sebebi ise twit’in sonuna koyduğu anlamsız “:-)” hareketi. Bu haliyle keşke bir aynaya baksaydı. Sırıtsa kendini kendine sevdiremiyor, somurtsa başkalarına. Yazıyor, düşünüyor, siliyor, düzeltiyor, baştan yazıyor, bir türlü olmuyor. Zor bir hiçlikte, her gün çırpınıyor.

ceylan demir @ceylandemir1
@ahmethc nasıl bir ruh haline sahipsin çözemedim gitti :) kafam çok karışık bu aralar, ikimizin de tatile ihtiyacı var:)
Ceylan teyze, 50’sine merdiven dayamış, şarabın da verdiği cesaretle kendini ucu Ahmet Hakan’a doğru uzanan kadınsı ve karmaşık triplerde buluyor... Ama tavrından belli, bugün kendisi açısından çok zor geçmiş, evden dışarı adım atamadığından planladığı hiçbir şeyi, her zaman olduğu gibi gene gerçekleştirememiş. Ceylan, o kadar yalnız ki sanki size bahsetmek istediğim bendeki hiçliğe en yakın kişi gibi duruyor. Ayrıca belki bu yazımı okur ve en azından sohbet edebileceğimizi anlayabilir düşüncesiyle benim de üşenmeden Ahmet Hakan’a şu twit’i atmama sebep oluyor. @BagimliKitap @ahmethc @ceylandemir1 Aaaaa kankişler, bensiz tatil planları falan, ne iş? Size hiç yakıştıramadım, hayatta olmaz, bensiz asla, mucuuuuks… Bu, öptüm demek, aloş.

Evet, sayın okur, hiçliklere kapılmış giden yazımı buraya kadar okuduysanız öncelikle sabırlısınız demektir. Teşekkürler. Sabırlı olmanız (merak etmeniz) ise aslında beraberinde beğendiğiniz anlamına gelir (gelebilir). Şimdi ise sizden beni karşınızda otururken hayal etmenizi istiyorum. Yüzümde hınzır bir J  ile sağ işaret parmağımla size yukarıyı gösteriyorum; “BEĞEN/LIKE”. Böylece hem motivasyonuma hem de meditasyonuma katkı sağlamış olacaksınız.

Sevgilerimle.
 
www.cancavusoglu.info

26 Kasım 2012 Pazartesi

ABD’DEKİ KARA CUMA NEDEN TÜRKİYE’YE UĞRAMIYOR?

Kara Cuma, Amerika perakendecilik sektöründe Şükran Gününden sonraki Cuma gününe denk gelen ve beş haftalık çılgın alışveriş sezonunun başlangıcını olması dolayısıyla hem markalar hem de tüketici açısından en önemli gündür. Mağazalar önceden tüm hazırlıklarını yapar, kapılarını sabaha karşı 4’de açar ve akşam 12’ye kadar sundukları inanılmaz indirimlerle kuyrukta bekleyen müşterilerinin rafları boşaltmasını ve ürünleri çılgınca kapışmasını beklerler.

Saks Fifth Avenue, H&M, Macy’s gibi büyük perakende zincirleri yılın geri kalan 327 gününde ne kar ne zarar noktasındayken Kara Cuma sonrası beş haftalık satış rakamlarıyla tüm yılı kapsayan en karlı dönemlerine girerler. Özetlemek gerekirse 11 ay boyunca satmış oldukları ürünlerden elde ettikleri nakit akışıyla bir iş yılının tüm giderlerini karşılarken (üretim bedelleri, mülk kiraları, maaşlar, reklam/tanıtım vs.) son 38 güne kar pozisyonunda girerler.
Neden ‘Kara’?
Kara (siyah) tabiri, ilk başta belki size firmaların elde ettiği geliri pek çağrıştırmayabilir, bunun sebebi ise benzetmenin aslında bir muhasebe teriminden kaynaklanmasıdır. Amerika’da muhasebede zarar eden günler kırmızı, kar eden günler siyah renk ile belirtilir. Bundan dolayı Kara Cuma öncesi muhasebe dökümlerinde bolca kırmızı gören firmalar bu gün ve sonrasında yılsonuna kadar hep siyah hanede kalırlar. Çalışanlar göz önüne alındığında yılın en yoğun günü ve uzun semai saatleri sebebiyle kendi aralarında bu güne “kara” demeleri ayrıca mantıklıdır.

ABD’deki indirim uygulaması
Amerika, Dünya’nın en büyük tüketim ve pazarlama ülkesidir. Amerikan firmaları, bireylerin alışveriş alışkanlıklarına yön vererek her fırsatta bu tür aktivite ve indirimlerle satış oranlarını yılın bütününe yaymanın yollarını ararlar. Kural aslında çok basittir; satamadığın ürünü 2 aydan fazla raflarda tutma. Böylece stoklar devamlı döndürülür. Bir ürün, istenen satış oranını yakalamadıysa ve ilk 2 ayda en azından maliyetinin bir kısmını çıkardıysa hemen indirime kaydırılır. Sonuçta indirimden de bir para girdisi elde edilecektir. Sonrasında müşteriye daha doğru ve yeni ürünler sunulur, peşinden kar artışı gelir. Firma ve tüketici arasındaki bu alışveriş kovalamacası önemli günlerde (Sevgililer Günü, Anneler Günü, resmi tatiller, okulların açılması vs.) ve aralara serpiştirilen sezonluk indirimlerle devam eder. Böylece her dükkânın arka köşesinde mutlaka esaslı bir indirim reyonu bulunur. Firmalar, bu yöntemle ürün dolaşımı ve nakit akışı yanı sıra müşteri memnuniyetine paralel kemikleşen bir alışveriş kitlesi yakalamış olur.

Türkiye’deki yanlış ne?
Türkiye’ye baktığımızda ise özellikle perakendecilik sektöründe Amerika örneğinde olduğu gibi bir “müşteri memnuniyeti” kavramının olmadığını görürüz. Müşteri, çok beğendiği ve istediği ama fiyatı dolayısıyla alamadığı bir ürünü hiç beklemediği zamanda daha ucuza alarak memnun olur. Ancak bu tür bir alışveriş sonrası müşteri, her boş zamanında kendini indirim yakaladığı ve sevdiği o mağazaya atar. İşte bizim girişimcilerimizin, iş adamlarımızın anlamadığı belki de anlamak istemediği konu budur. Türkiye’de ürünlerde uygulanan indirimler ya sezonluktur (kışlıkların yazın, yazlıkların kışın) ya da Bayramlardan önce bir haftalık “ayıp olmasın” tarzında görsellerle sektöre canlılık kazandırılmaya çalışılır.

Bir diğer yöntem ise kredi kartlarına yapılan taksitlendirmelerle ürünleri piyasaya pompalamaktır. Bu yaklaşım, perakende sektöründe kısa vadede belki işe yaramış gözükse de uzun vadede devamlılıktan uzaktır. Zira müşterinin kartında istenen ürünün toplam fiyatı kadar yeter limit yoksa taksitlendirme yapılamaz. Benzer uygulamaların zaten Dünya’da örnekleri azdır.
Türkiye’deki mağazaların ve alışveriş merkezlerinin bu “parası olan satın alsın” zihniyeti sonucu fırsatı kaçırmayan ve alt çarşılarda mantar gibi açılan ucuzcu dükkânlar ise müşterinin asıl büyük pastasına sahip olmuş ve müşterisine beğenilen ürünleri hem de beklenen fiyatlarla sunmaya çoktan başlamıştır. Tercihlerin çoğalmasıyla Türkiye’de artık daha bilinçli, seçici ve hesaplı yeni bir müşteri profili oluşturmuştur.

Ülkemizde yaşanan ekonomik durgunluğu aşmakta bu bakımdan perakendecilik sektörüne önemli bir görev düşmektedir. Firmalar, kar oranlarını daha az düşünüp müşteri memnuniyetinin sırf kaliteli ürüne dayalı olmadığını algılamalarının zamanı çoktan gelmiştir. Arzu edilen kalite ve fiyatlarla stoklar döndürülmediği sürece müşterinin cebindeki gücün pazara ulaşması hep başka bahara kalacaktır.
Ve beklenen o bahar, bir türlü gelmek bilmez.

www.cancavusoglu.info

21 Kasım 2012 Çarşamba

HOLLYWOOD TÜRKİYE'Yİ NASIL TERS KÖŞEYE YATIRDI?

T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI DİKKATİNE
Konu: Ülkemizde Çekilen Yabancı Filmler ve Yansıtılan Çarpıklıklar Hk.

Sayın Ertuğrul Günay,
Amerika’da birer ay arayla Türkiye’de çekilen iki aksiyon filmi gösterime girmiştir; Taken 2 ve Skyfall.

Taken 2 filmi, 45 milyon $ bütçesi, 200 milyon $ gişe beklentisi, 57% izleyici oranı ve 3,5/5 değerlendirmesiyle vasat olmasına rağmen daha uzun süre DVD pazarında izlenecek olduğunu göstermektedir. Burada size Taken 2 filminin çok fazla detaylı anlatımına girmeyeceğim. Belki izlemişsinizdir belki de bu yazım üzerine izleme ihtiyacı duyarsınız. Benim dikkatinizi çekmek istediğim asıl konu; Türkiye’nin tanıtımı adına onlarca gün halka açık alanların filmler için kapatılması sonucu esnafımızın zarar etmesi, halkımızın bundan rahatsızlık duyması, işine gücüne geç kalması ve yaşanan tüm bu hengâme sonucunda elimizde TANITIM adına koskoca bir SIFIRLA yerimizde oturduğumuz gerçeğidir.
Öncelikle Taken 2 filminin sahnelerinde benim gözüme çarpan bütün bayanlarımızın başının türbanlı (oteldeki, kapalı çarşıdaki sahneler vs.) olması ve bir bu kadar da tamamıyla siyah çarşaf giymiş vatandaşlarımızın (2-3 sahnede) arka plan görüntülerde yer almasıdır. Heyecanlı kovalamacaların olduğu sokaklar daracık, pis ve yıkık döküktür. Filmin bir sahnesinde Türk Polisinin arabaları eski model Murat 131 olarak yansıtılmıştır. Başta Amerika olmak üzere Dünya’nın pek çok köşesinde bu filmi izleyenlerin önceden Türkiye hakkında kıyısından köşesinden bilgisi olmayabilir. İşte maalesef bu filmde yansıtılan Türkiye imajı, özetle budur.

İzninizle devam edeceğim. Filmin İstanbul, Kapalıçarşı ve diğer sahnelerinde arka planda bolca Türk Bayrakları kullanılmıştır. Gene filme konu olan ve Arnavut kökenli mafya üyelerinin (ki bunlar kötü adamlardır) ellerinde yer alan örgüt dövmesinin de ay-yıldız olması, belki rengi siyah olsa bile bir yabancıya çok farklı kavramlar çağrıştırmaktadır. Bu da mı gözden kaçmıştır?
Taken 2’nin İstanbul’un güzelliklerini ön plana çıkaran sahneleri tabi ki vardır. Örnek; feribotta geçen, baba ile kızın boğaz manzaralı sohbeti esnasında onlara sunulan sıcacık bir çay sahnesidir. Buraya kadar her şey yolundadır. Demek istediğim, güzelim feribotumuzun, tarihi iskelelerimizin bir görüntüsünün de buraya eklenmesiydi.  

Hızlı kovalamacalar, pekâlâ modern İstanbul’u yansıtan Florya, Etiler, Kadıköy gibi semtlerde yapılabilirdi. Bayanlarımız, pekâlâ kameralara böyle yansımayabilirdi. Pekâlâ, yeni model polis arabalarımız kullanılabilirdi. Pekâlâ, mafya üyelerinin ellerindeki dövmelerin Türk Bayrağını çağrıştırdığı ve değiştirilmesi gerektiği söylenebilirdi.
Skyfall’da tam bir fiyasko
Şimdi de dikkatinizi ikinci filme çekmek istiyorum; Skyfall…
007 James Bond serisinin 50.yıl anısına gösterime giren 160 milyon $ bütçesi ve 400 milyon $ gişe beklentisiyle Skyfall, önceki Bond filmlerine nazaran senaryo açısından biraz geride kalsa da izleyicinin beklentilerini karşılamaya yetecek gözükmektedir. Taken 2’ye mukayese götürmeyen bir bütçeye ve oyuncu kalitesine sahiptir. Bu film için yapımcılar, tabiri caizse resmen kesenin ağzını açmışlardır.

Gelelim filmin Türkiye ayağına… Skyfall için günlerce hem İstanbul hem de Adana’da yollar trafiğe kapatılmıştır. Sonucunda bize nasip olan filmin ilk 10-12 dakikasında pazarda “Tavuk” satan tezgâhların arasında ve gene Kapalıçarşı damında geçen hızlı kovalamacalardır. Bir miktar da tren üzerinde sahneler vardır. Allahtan bu sefer Yunuslarımız biraz gerçeğe yakın yansıtılmıştır. Buraya kadar her şey yolunda diyelim, zira o ilk dakikalar nefes kesmektedir. Senaryonun devamında ise özellikle Şangay, Makao, Londra ve İskoçya’da geçen sahneler yer alır. O güzelim şehirlerin kuş bakışı çekimleri filme enfes bir görsellik katmıştır. Ama bizim İstanbul’umuzun da bu şehirlerden eksiği değil fazlası vardır.
Acil önlemler alınmalı
Benim özetle bu işten anladığım Hollywood yapımcılarının Türkiye’yi hala kalabalığı bol, fakir, pespaye, oryantal bir 3. Dünya ülkesi olarak gördüğü gerçeğidir. Böylece elimize geçen mükemmel iki tanıtım fırsatının da hüsranla sonuçlanmasıdır. Bu filmleri milyonlarca kişi sinemalarda seyredecek ve arkasından DVD’leri çıkınca da yıllar sonra bile seyretmeye devam edecektir. Türkiye’nin tanıtımına bu kadar önemli katkılar sağlayacak benzer film projelerine acil ve hemen müdahale etmenizin zarureti doğmuştur. Belki bu konuyla ilgili Kültür Ve Tanıtım Müşavirliğini yetkilileri önlerine konan senaryolar üzerinde fazla oynama yapamayabilirler ama en azından ufak detaylara dikkat çekmek ve her şeyden önemlisi Türkiye’mizin diğer güzelliklerini bir dosya halinde yapımcılara sunmak çok da zor olmamalıdır. Burada seçenekleri çoğaltmak ve yapımcılara karşı doğru ikna yöntemleri izlemekten bahsediyorum. Yurdumuzun Konya’sı, Kapadokya’sı, Efes’i, Antalya’sı, Bodrummu, Mardin’i gibi daha nice parmak ısırtan köşeleri bulunmaktadır. Oryantalizm mi isteniyor? Buyurun size Sufizm, İshak Paşa Camii, Sümela Manastırı, yetmedi buyurun size Medreselerimiz denebilmelidir.

Filmde farz edelim çayımızın görüntüleri eşliğinde misafirperverliğimiz çağrıştırılmaya çalışılıyor, bir dönerimizle, bir kebabımızla, bir baklavamızla meşhur mutfak kültürümüz de aktarılabilirdi. İstanbul’u ve eşi benzeri bulunmayan Boğazımızı, tarihi yalılarımızı şöyle bir tepeden çekim yaptırmak, bunun için olanaklar sunmak çok zor olmasa gerek. Trilyonlarla ölçülecek bir tanıtım söz konusu olursa, varsın bu oyuncuları ve yapımcıları Bakanlığınız bedava konuk etse, yedirse, içirse, bizim gerçek kültürümüzle tanıştırsa fena mı etmiş olursunuz? Kaz gelecek yerden tavuk esirgenir mi?
İleriye yönelik bir adım daha atıp, ayrıca Bakanlığınız nezdinde Hollywood’a acil bir tanıtım çıkartması yapılmasını öneriyorum. Bunun için Amerikan sinemasını gerçekten tanıyan eğitimcilerden, yapımcılardan, bürokratlardan oluşan profesyonel bir ekip oluşturulmalıdır. Bu ekip, beraberinde ülkemizin güzelliklerini anlatan filmleriyle, bize özgü kültürel temalarla gelip Amerikalı yapımcılarla tanışma (aslında tanıtım) toplantıları düzenlemelidir. Gerekirse Hollywood’da bir İletişim Ofisi bile açılmalı ve burada adeta her gün tanıtım nöbeti tutulmalıdır.  Sonrasında Bakanlığınız tarafından Amerikalı yapımcıların hepsi aralıklarla ülkemizde ağırlanmalı, hatta çekimlerde kullanılan figüran maliyetlerinin bile bütçenizden karşılanacağı beyan edilebilir. Bunun üzerine, “Filmlerinizi Türkiye’de çekin, size bütün kapılarımız sonuna kadar açık ama ufak bir şartla, senaryodaki detaylara önceden bir göz atmak ve her filme bir danışman atamak istiyoruz” denebilir.

Mortensen’in filmine dikkat
Sayın Günay, şu günlerde “Two Faces of January” filminin çekimleri için İstanbul’da bulunan Viggo Mortensen (Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi’ndeki Aragorn karakteri) ve ekibi için lütfen gereken hassasiyeti bu sefer gösteriniz. Neden derseniz Mortensen’in Amerika’da ve Dünya’da kemikleşmiş bir izleyici kitlesi bulunmaktadır ve dolayısıyla bu film de ülkemizin tanıtımı açısından benzer bir önem taşımaktadır.

Son olarak da içerisinde bolca görsel ve sanatsal içerik barındıran, Türk sinemasını destekleyen yapımlara gösterdiğiniz maddi ve manevi hassasiyeti Dünya’da gişe rekorları kıran bu tür yabancı filmlere de göstermeniz gerektiğini düşünüyorum. Diyelim 1-2 hata olmuştur, ekibinizde bu vizyona sahip, Türkiye’nin tanıtımına tam vakıf, neyin, ne zaman ve nerede yapılacağını bilemeyen kişiler olabilir, o zaman lütfen beni işe alın. Çok açık söylüyorum. Çünkü ülkemizi ve bizi olumsuz yansıtmayan bu tür filmleri izlemeye yüreğim artık daha fazla dayanmıyor.
Umarım sesimi duyarsınız.

En derin saygılarımla,

Can Çavuşoğlu
www.cancavusoglu.info

14 Kasım 2012 Çarşamba

KOCA UZAYDA TEK BAŞINA MIYIZ?

Birleşik Gezegenler Federasyonu içerisinde seyahat eden ve öncelikle Dünya ve tüm Federasyonu düşmanlarına karşı koruyan Atılgan Yıldız Gemisi ve birbirinden farklı uygarlıklardan oluşmuş mürettebatıyla yapılan yolculuklar, keşfedilen yeni galaksiler ve nefesimizi kesen maceraları hatırlarsınız. Uzay yolu dizisi, aslında bir bilim kurgu olmasına rağmen dünya dışı varlıkların yaşadığına dair inancımız, bunun bilinçaltımızda pek “Kurgu” olarak kalmasına izin vermez. Koskoca bir evrende yalnız olmadığımızı ispatlamak adına teleskoplar inşa eder, boşluğa sinyaller gönderir ve gelecek cevapları sabırla bekleriz. Nedense hayal ettiğimiz bu uzaylılar hep bizden teknoloji olarak ileridedirler ve binlerce yıldır Dünya’mızı ziyaret etmekte, hatta Sümer, Maya ve Mısır medeniyetlerinin kurucuları olarak gösterilmektedirler. Dünya dışı varlıklar tarafından kaçırılan ve karmaşık deneylere tabi tutulan insanların hikâyeleri ise kitaplara, filmlere ve dizilere konu olur.

Google’a -Alien (Uzaylı)- yazıldığımızda 325 milyon sonuçla ve birbirinden şaşırtıcı 269 milyon resimle karşılaşırız.

Peki, sanılanın aksine yaşam, bu koskoca evrende sadece bizim Dünya’mızda varsa?

“Ender Bulunan Dünya Teoremi” tam da bunu savunur; Dünya’mız ve içinde bulunduğu yaşam koşulları o kadar mükemmel bir bileşenler bütünüyle oluşturulmuştur ki bizimkine benzer başka bir gezegenin varlığı, ihtimal dâhilinde bile olsa mucize sayılır.

GÜNEŞ
Bu bileşenlerden ilki ve belki de en önemlisi hiç kuşkusuz Güneştir. Sahip olduğu çekim gücü sayesinde Dünya’yı tam da olması gereken konumda tutar. Eğer daha yakınımızda olsaydı okyanus suları buharlaşacak, uzaklığında ise buz devrine yakın bir iklim kuşağında yaşıyor olacaktık. Dolayısıyla Güneş, Dünya’mızdaki her tür canlının yaşamasını sağlayan, ortak ısıyı üreten yaşamın asıl kaynağı görevini görür. Güneşin hesaplanan yaşam ömrü ise bizi daha uzun süre ısıtacağını işaret etmektedir.

AY
Mars büyüklüğünde bir kütlenin Dünya’ya çarpmasıyla kendi ekseninde, tam da olması gereken hızda dönmeye başlar ve bu çarpışma sonucunda uydumuz Ay oluşur (Büyük Çarpma Teorisi). Dünya’nın ekseni etrafında dönmesi ise gün içerisinde yaşanan sıcaklık değişimleri ve bitkilerin fotosentezi açısından önemlidir. Ay ise gel/git oluşumu sayesinde Dünyanın kendi etrafında dönme hızını belirler. Eğer Ay olmasaydı Dünya’nın dönüş süresi 4 saat kısalacak, gündüz ve gece uzunlukları birbirinden farklı olacaktı. Aynı zamanda bir tane Ay vardır, kütlesi ise tam da olması gereken ölçüdedir. Eğer Mars gezegenindeki gibi iki Aya sahip olsaydık Dünya’da yaşam çok daha farklı olacaktı.

JÜPİTER
Jüpiter’in çekim gücünü de aynı teori içerisinde önemli bir faktördür. Jüpiter’in bulunduğu konum ve Dünya’dan 300 kat güçlü çekim gücü sayesinde Dünya’ya çarpma riski olan her türlü göktaşının eksenini değiştirerek ve hızını yavaşlatarak bizi bir asteroit bombardımanından korur. İlk defa 1770’de keşfedilen ve Güneş çevresinde dönüşünü 6 yılda bir tamamlayan Lexell Kuyrukluyıldızı bunun ilk örneğidir. Bu kuyrukluyıldız, ilk tespit edildiğinde Dünya’ya sadece bizim Aya olan uzaklığımızın 6 katı mesafede seyrederken, yörüngesinden her geçen 6 yıllık döngüsünde biraz daha uzaklaşmıştır. Bu ve benzeri gök cisimlerinin Dünya’mızdan uzak tutan ise Jüpiter’in bizi koruyan güçlü etkisidir.

ATMOSFER
Dördüncü önemli faktör atmosfer ve atmosferi oluşturan katmanlardır. Bu katmanlar Dünya’yı öncelikle Güneşin yaymış olduğu zararlı ışınlardan korumanın yanı sıra atmosfere giren kuyrukluyıldız, meteor ve diğer yabancı cisimlerin 1,650 derece ısıyla erimesini sağlar (Yıldız Kayması). Ayrıca atmosfer katmanlarını olması gereken yükseklikte tutan gene Dünya’nın kütlesi ve dolayısıyla çekim gücüdür, eğer Dünya’mız daha küçük veya büyük olsaydı böyle nadir bir atmosfere sahip olamayacaktık.

Atmosferimiz yapısı itibariyle pek çok gazın bileşiminden oluşur. Bu gazlardan nitrojen 78%’le en büyük orana sahiptir, oksijen 21% ile ikinci sıradadır. Diğer gazlar ise metan, helyum, kripton, hidrojen, neon, argon ve karbondioksittir. Bu gazların birbiriyle olan uyumu öncelikle bizlerin rahat nefes almasını sağlar. Yeryüzünde yaşanan önemli bir döngü olan Karbon-Silikat Döngüsü ise atmosferin istenen dengede kalmasına yardımcı olur. Özetle; volkanlar, yer kabuğundaki çatlarlar ve bitkilerden havaya salınan karbondioksit ve diğer gazlar atmosferin ısınmasına yol açar. Atmosferin aşırı ısınması ise beraberinde yağmurları tetikler, böylece karbondioksit ve diğer gazlar gerisin geriye toprağa karışırlar. Karalardan denizlere taşınan bu gaz ve mikroorganizmaların deniz tabanından emilimiyle Karbon-Silikat Döngüsü kaldığı yerden devam eder.

Bu ve daha pek çok karmaşık özellik, Dünya’yı eşine az rastlanır, bizlere de ev sahipliği yapan bir gezegen konumuna getirmektedir. Yakın zamanda Meksika körfezinde keşfedilen, çoğunluğu su altında kalmış Chicxulub Krateri ile Dünya’mıza ait çok önemli bir geçmiş daha gün yüzüne çıkmıştır. Bu krateri oluşturacak büyüklükte devasa bir meteorun Dünya’ya çarpması sonucu yükselen toz ve sülfür bulutu önce güneşi engellemiş, sonrasında afetlerle Dünya üzerindeki yaşamın 70%’inin yok olmasına sebep olmuştur. Aslında bu çarpma, bir yandan dinozorların devrini sona erdirirken insanoğlunun hâkim olduğu yeni bir çağın da önünü açmıştır. Sonrasında değişen ekosisteme uygun yeni bitkiler ve canlılar türemiş, Dünya bugünkü halini almıştır.

Benzer bir felaketle tekrar karşılaşabilir miyiz? Evet, olasıdır. Bu da beraberinde insanlığın sonunu getirebilir. Ama değişmeyen tek gerçek; Dünya’nın bir gezegen olarak yaşamaya devam edeceğidir. Oluşan yeni yapıya ve bileşenlere göre bu sefer daha farklı canlı türleri üreyecek, belki yeni ırklar ortaya çıkacaktır.

Dünya’mız özeldir ve bu özelliğinden dolayı milyonlarca yıldır kendisini korumasını bilmiştir.

www.cancavusoglu.info

8 Kasım 2012 Perşembe

ŞAHSIMA ÖZEL BURÇ KARAKTER ANALİZLERİ

Burçlarla ilgilendiğim doğrudur ama sonuçta, ben ne bir astrolog ne de kâhinim. Ama tanıştığım kişiye de sohbetin bir yerinde burcunu sormadan edemem. Sanırım hoşuma giden içinde barındırdığı gizemdir. Buna rağmen kimi zaman burcunu bilmeyen, burçlara inanmayan ya da bilip, umursamaz görünen kişilerle de tanışıklığım olmuştur. “Aaaa, olur mu? Sen, böyle böyle şeylerden hoşlanıyorsun, değil mi?” ile başlayan cümlelerim kısmen “Alakası yok” ile kesilebilir ama olsun. Aramızdaki görünmez camı kaldırmaya çalıştığım bir araçtır. Aynı kan grupları gibi. Sen de mi AB+ sin? Ne güzel, ikimiz de doğuştan şanslıyız desene. Hemen strateji değiştirebilirim.

Bir keresinde burcunu sorduğum arkadaşımın bunu bilmediğini öğrenince çok şaşırmış gibi yapıp “Nasıl olur? Kimliğindeki doğum tarihin nedir?” sorusuyla Türkiye’de bir tane daha “01.01” çocuğu olduğunu keşfedip incelememi daha derinlere kaydırmıştım. Sağ olsun, kendisi de bu konuda çekinmeden bana yardımcı oluyordu. “Peki, hiç annene sordun mu? Hangi mevsimde doğmuşsun?” ile seçenekleri azaltmaya çalışırken “Valla, dediklerine göre ekinler biçilirken doğmuşum” cevabı sonrasında büyük bir ipucu yakalamanın mutluluğuyla teşhisimi koymuştum; “Sen kesin Başaksın”.
Burçlara olan merakım böyle başladı ve zamanla araştırmalarımı ilerlettim. Şimdi ise kendimi bu konuda hazır hissediyorum. Sözü daha fazla uzatmadan şahsıma münhasır burç karakter analizleriyle karşınızdayım.

ASLAN (23 Temmuz – 22 Ağustos)
Sırf benim burcum olduğu için söylemiyorum ama özetle; en iyi burçtur. Aslanlar işte böyle övünmeyi severler. Her şeyin en iyisini yapmaya çabalarlar. Güvenilir, lider ruhlu olup, yönetmeyi ama aynı zamanda yönetilmeyi de isterler. Hayatları boyunca kaçtıkları ama diğer yandan özledikleri bir disiplin mutlaka olmalıdır. Paraya önem vermez, bolca harcarlar, eşe dosta devamlı bir şeyler ısmarladıkları için hep borç içinde yüzerler. Ayrıca zamparadırlar.

BAŞAK (23 Ağustos – 22 Eylül)
“Bir insan bu kadar mı titiz olur?” diye sorasım gelir. Başak burcu insanı için her şey düzenli, derli toplu ve temiz olmalıdır. Banyodan çıkmayı bilmezler. Sanki yıkandıklarını unutup tekrar yıkanmak ister gibidirler. Eğer eşiniz Başak ise ev temizliğini, bulaşıkları vs. ona bırakmanızı tavsiye ederim. Şık giyinmeyi ve çevresinde şık insanlar olmasını isterler. Titiz ve detaycı olmaları beraberinde iş hayatlarında başarı getirir. Tutumludurlar. Sert ve şiddetli tartışmalardan hep kaçınırlar.

TERAZİ (23 Eylül – 22 Ekim)
Oldukça çalışkan ve zekidirler. Her ne kadar Terazi, doğasında dengeyi temsil etse de aslında içinde bariz bir dengesizliği de barındırır. Sözleri ve eylemleri birbirini tutmayabilir. Duygularını ifade etmekte zorlanırlar, bu da beraberinde bir takım iletişim sorunları doğurur. Biraz pasaklı olurlar ve modadan pek anlamazlar. Tek eşli kalmayı severler, bu yönleri dolayısıyla evlilik açısından tercih edilebilirler. Bir kere küsmeye görsün uzun süre unutmazlar. Farklı ve enteresan mizaçlı kişilerden hoşlanırlar.

AKREP (23 Ekim – 21 Kasım)
Hayat dolu, eğlenceli ve neşelidirler. Ben şahsen akreplerden pek çekinmem. En azından size karşı açık sözlüdürler. Çerçevelerini baştan belli ederler. Ayrıca herkesin inandığı gibi aşırı kıskanç olduklarını düşünmüyorum. Bir ilişkide aranmak ve sorulmak kadar güzel şey var mıdır? Aktif ve enerji doludurlar, takip etmekte zorlanabilirsiniz. Evet, bir miktar kindardırlar, kendilerine yapılan haksızlığın hesabı ödense dahi nedense içleri hiç rahat etmez. Bu hususa özellikle dikkatinizi çekerim.

YAY (22 Kasım – 21 Aralık)
Genelde fena değildirler. Hoş sohbet olup, ayrıca ev gezmesi, piknik gibi etkinliklere bayılırlar. Pek fazla sağa sola bulaşmamaya özen gösterir ama çaktırmadan da dedikoduya dayanamazlar. Bundan dolayıdır ki kendileri hakkında da sıklıkla konuşulduğunu düşünürler. Paranoyaya en yatkın burçtur. Pek çok ortamdan ve konudan sıklıkla nem kaparlar. İş ortamı, ev ortamı ve hastalıklar. Biraz nazlıdırlar, üzerlerine düşmek gerekir. Kavgacı yönleri de mevcuttur.

OĞLAK (22 Aralık – 19 Ocak)
Çok sempatik olurlar ayrıca konuşkan ve girişkendirler. Aşırı çalışmaya bayılır, kendilerini işyerinin demirbaşı gibi görürler. Kafaları hesap, kitap işlerine çok yatkındır. Bundan dolayı ki inanılmaz cimri olurlar, size nasıl anlatayım? “Üç kuruşun hesabını yapar” deyimi, Oğlak Burcu için söylenmiştir. Ama bir anda delirip, çok rüküş bir ayakkabıya veya çantaya da astronomik fiyatlar ödeyebilirler. Asla riske girmez, adımlarını hep sağlam atarlar. Dolayısıyla hayatın kendilerine sunduğu sürprizlerden pek hoşlanmazlar. Ayrıca tek eşlilikten yanadırlar.

KOVA (20 Ocak – 18 Şubat)
Acayip karizmadırlar. Sanatçı, yazar, müzisyen tayfası genelde bu burçtan çıkar. Beyin kıvrımlarında saklanan karmaşık ve karanlık ruh halini dışa vurmaktan çekinmez, buna uygun bir eş arar ama bulamazlar çünkü yoktur. Giyimi, kuşamı ve sosyal ortamları severler. Arkadaş canlısıdırlar. İşlerini ona buna hissettirmeden yaptırmaya bayılırlar. İş dünyasında da yönetici olarak bu özelliklerinden dolayı oldukça hızlı yükselirler. Çalışanları ve yapılması gerekenleri iyi organize ederler.

BALIK (19 Şubat – 20 Mart)
Adı üzerinde; Balık = Alık. “Balık hafızalı” tabirinde olduğu gibi oltaya çabuk gelirler. Balık burcu insanının kalbini kırmak bunu yapan kişi için en bariz aşağılık kompleksi belirtisidir. Balık burcuna daha fazla özgürlük tanınmalıdır çünkü sevimlidir ve kimseye zararları yoktur. Şıp diye âşık olur, hemen evlilik hayalleri kurmaya başlarlar. Kıyamam! Hayal kırıklığına uğrayınca da oturup hüngür hüngür ağlarlar. Bir Balığı lütfen üzmeyelim aksine sahiplenelim. Çünkü buna en çok ihtiyaç duyan burçtur.

KOÇ (21 Mart – 19 Nisan)
Baştan kötüsünü söylüyorum; Koçlar genelde gizli bencillerdir. Bunun haricinde şık olup nezih ortamları tercih ederler. Koruyucu özellikleri ön planda, sevdiği için kavga etmekten çekinmezler. Adı gibi Koç; insanlara toslamaya bayılırlar. Onlar için bu bir güç sembolüdür. Gülmeyi, eğlenmeyi ve gezmeyi severler. İş ortamında oldukça disiplinlidirler. Etrafındakilere sert ses tonuyla komutlar verirken tek heceli emir cümleleri kullanırlar; yap, et, git, gel gibi. Eğer katlanabilirseniz, Koç iyidir.

BOĞA (20 Nisan – 20 Mayıs)
Ah Boğa, ah. Her zaman mükemmelin ve özel olanın peşinde koşarlar. Bu konuda inanılmaz seçicidirler ama diğer yandan her şeyi bir kere de olsa denemeyi ihmal etmezler. Sosyal ortama ve midesine düşkün olduğu için geniş, kalabalık sofralara, sazlı sözlü muhabbetlere bayılırlar. Sevdiklerini ne olursa olsun hep sevmeye devam eder ve hayatlarından kolay kolay çıkmasına izin vermezler. Sabırlı ve inatçıdırlar. Aynı Koçlarda olduğu gibi Boğa burcu üyeleri de kızdığında kavga etmekten çekinmezler. Bundan dolayı hep bir Koç ile Boğa’nın kapışmasını merak etmişimdir.

İKİZLER (21 Mayıs – 21 Haziran)
Alın size bir dengesizlik abidesi daha. Zaten iki tanedirler. Hangisiyle tokalaşıp hangisiyle konuştuğunuzu fark edemeyebilirsiniz. Dikkat. Haliyle böyle olunca da pek çok planı, daveti, yemeği elinizden geldiğince, sıklıkla teyit etmeye çalışmanızda fayda görüyorum. Bu ruh halinin benim hoşuma giden yanı ise spontane olmalarıdır. Örneğin; İkizlerle Taksim’de başlayan eğlenceli bir gecenin sabahı, Bursa’da fırtınalı bir aşkla devam edebilir. Ayılınca ve ayrılınca da sakın zırlamayın, sonuçta bunu siz istediniz.

YENGEÇ (22 Haziran – 22 Temmuz)
İnanılmaz evcil oldukları için Yengeçlerle karşılaşmakta ve tanışmakta zorlanabilirsiniz. Bu da yengeçleri nadir bir tür yapar. Ama bulduğunuzda da özenle muhafaza edin. Çünkü en iyi ikinci burçtur. Ne kokar ne bulaşırlar. Oldukça duygusal ve sahiplenicidirler. Sevdiği için elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışırlar. Aynı zamanda derli toplu, dürüst, güvenilir ve çalışkandırlar. Olumsuz yönleri ise fazla hareketli olmamalarıdır. Ortalıkta görünmeyi ve kalabalığı, kısaca çevresinde ilgiyi pek sevmez, bundan utanırlar. Dediğim gibi; bir Yengeciniz var ise hayat size daha güzeldir.

Tabi burçları incelerken kişinin doğduğu günün ve doğum saatinin de karakteri üzerine etkileri yadsınamaz. Buradan da konuyu hemen yükselen burçlara, farklı gezegen açılarına falan bağlayabilirim ama sanırım buna zamanımız kalmadı. Astrolojinin günümüzde okutulduğu önemli kurumlar olduğu gibi konuya çıraklıktan bir geçiş de söz konusudur.
Son olarak da size bir ev ödevi veriyorum: “Herkes, kendi cümleleriyle, tanıdığı kişilerle yaşadığı tecrübeleri göz önüne alarak hazırladığı burç yorumlarını bana ulaştırsın.” 

Not. Alıntı yapmayalım lütfen. Yaklaşımınızın doğal olması araştırmam açısından önemlidir.
Hedefim ise; kişisel tecrübeler üzerine kurulu, yepyeni bir “Astroloji Kuramı” modellemek.

Hepinize sevgiler,
www.cancavusoglu.info

5 Kasım 2012 Pazartesi

ABD’DEN TÜRKİYE VE ORTADOĞU NASIL GÖRÜNÜYOR?

Arap Baharının ters esintine yakalanan AKP Hükümeti, 29 Ekim tartışmalarından sonra tüm yurtta eş zamanlı düzenlenen ve adeta gövde gösterisine dönüşen yürüyüşlerle neye uğradığına şaşırdı. Polisle vatandaşı gazlı sözlü, tekme tokatlı karşı karşıya getiren bu Anıtkabir çıkarması, AKP’ye karşı bir toplumsal tepki ya da Cumhuriyetin yeniden dirilişi mi? Yoksa yaklaşan Suriye savaşının ayak sesleri mi?

Bu yazımda konuya biraz da jeopolitik açıdan yaklaşacağım.
Suriye’de yıllardır iktidarda olan Baas Rejimi, sosyalist yapısından dolayı halkına uyguladığı baskı ve şiddeti arttırmasına rağmen hamisi Rusya tarafından sürekli desteklenmektedir. Suriye’de konuşlanmış 100.000 Rus askeri ise Suriye’nin bu ülke ile kurduğu göbek bağının kanıtıdır. Rusya, iki ülke arasındaki anlaşmalar çerçevesinde Suriye’ye sadece silah satmakla kalmaz aynı zamanda Akdeniz’e açılan limanları ile bölgede söz sahibi olma hakkı da elde etmiş olur. Amerika’nın ise buna karşılık aynı bölgede, Adana’da İncirlik askeri üssü bulunmaktadır. Bu askeri yapılanmayı İngilizlerin Güney Kıbrıs’ta konuşlanmış Ağratur ve Dikelya üstleri izlemektedir.

Ortak düşman İran
Amerikan ve İngiliz üstlerinin bölgedeki varlığı, soğuk savaş döneminde Rusya’ya karşı savunma amaçlı düşünülmüş olsa da yeni kurulan İsrail Devletinin bir bakıma garantisini ifade etmekteydi. Günümüze gelindiğinde ise ortaya çıkan yeni ve ortak düşman İran’dır. İsrail defalarca İran’ın nükleer güce sahip olmasına izin vermeyeceğini ve eline geçen ilk fırsatta saldıracağını belirtmiştir. Aslında sadece bu söylemiyle bile İran’a fiilen savaş açmış durumdadır.

Cevabı çok önceden bilinen soru ise; İsrail’in İran’a nasıl müdahale edeceğidir.
İsrail uçakları, İran’ın nükleer tesisleri bombalamak için bizim hava koridorumuzu kullanamaz zira bu, Türkiye ile İran’ın savaşa girmesi anlamına gelir.  Alternatif hava koridoru ise Suriye ve Irak üzerinden geçmektedir. Henüz emekleme dönemindeki yeni Irak Hükümetinin mevcut hava gücü ve savunma sistemleri ancak Amerika varlığı ve desteğiyle ayakta kalabilir. Geriye ise sadece Suriye engeli kalmaktadır.

Suriye’deki rejimin neden değişmesi gerektiğini şimdi anladınız mı?
Bu noktada Türkiye devreye girmektedir. Çünkü Suriye, Türkiye’ye karşı sürdürdüğü politikalarla ve yıllarca PKK’ya ev sahipliği yapmasıyla aslında görünmez en büyük ve aktif düşmanı konumundadır. Bu düşmanın göbeğinin ise kime bağlı olduğunu size tekrar hatırlatmama gerek yok. Jetimizin düşürülmesinden sonra Akçakale İlçesine isabet eden top mermisi ve 5 vatandaşımızın öldürülmesiyle tırmanan süreçte artık her fırsatta Suriye’ye askeri karşılık verilmektedir. Aynı İsrail örneğinde olduğu gibi aslında cephesi olmayan ama fiilen devam eden bir savaş durumu oluşmuştur.

Diğer yandan İran ise diken üstünde oturmaktadır çünkü doğu komşularından Afganistan ve Pakistan hazırda Amerika ile stratejik ortaklık içerisindedir. Haritayı açıp önünüze koyduğunuzda İran’ın nasıl dört bir yandan kıskaca alınmış olduğunu görürsünüz. Uygulanan ekonomik ambargoları ise şimdilik saymıyorum. İran, yaklaşan sonu geciktirmek ve bir an önce nükleer güce kavuşmak adına Suriye rejimini elinden geldiğince desteklemekte, ayrıca Lübnan ve Ürdün’deki iç karışıklıkların arkasında parmak izlerini bırakmaktadır. Diğer yandan Pakistan ve Afganistan’da yapılanan Taliban’a, can düşmanı olmasına rağmen, yakınlaşarak farklı senaryolar kurgulamanın peşindedir. İran’ın güçlü etkisini Pakistan’da oluşturulmak istenen Türkiye benzeri toplumsal hareketlerde görebilirsiniz.
Satranç tahtası üzerinde yapılan ustaca hamlelerin aynıları şimdilerde Ortadoğu’da sergilenmektedir.

29 Ekim olayları Türkiye’yi kargaşaya götürmenin aracı mıydı?
Arap Baharının ters esintisi derken aslında tam da bundan bahsetmek istemiştim. 29 Ekim’de sokaklara dökülen binlerce kişinin örgütlenme şekli ve genelinin sosyalist olması, bende sanki başka bir şeyleri çağrıştırıyor.  Bu “başka bir şeyleri” ajite etmek için ise nedense genelde hep Atatürk, özelde ise şimdilik Cumhuriyet Bayramı’nın kullanılması sırf AKP’yi değil tüm Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir kargaşaya doğru götürüyor. Sonrasında sahneyi, açlık grevlerine yönelik protestolar ve yürüyüşler alacaktır.

Bu tür toplumsal kargaşaların büyüklüğü milyonlara ulaştığında ise artık Türkiye’de askeri veya sivil bir darbe olamayacağına göre gidişat Suriye ile savaşı işaret etmektedir. Çünkü ancak bir savaş ortamında ülke halkı birbirine kenetlenir ve kişisel çatışmalar unutulur. AKP’nin hedefindeki iktidarda kalma süreci sonunda bu gerçeği anlamasını sağlayacaktır. Neo-Osmanlıcı tabanından aldığı güçle, olası bir Suriye savaşından coğrafyası daha büyük bir Türkiye ile çıkabilir. Senaryoda tek eksik; ekonomik baskıdır (krizdir). Tahminim bu da yakında oluşacak, oluşturulacaktır.
Türkiye, Ortadoğu’da bir piyon değil aksine çok önemli ve güçlü bir oyuncudur ama unutmaması gereken bir Şah da olmadığıdır. Çünkü Şahlar hala Amerika ve Rusya’dır. Şimdilik Türkiye’nin karşısında Suriye, İsrail’in karşısında ise İran durmakta ve çember her geçen gün daralmaktadır. Yırtıcı bir hayvanı köşeye sıkıştırırsanız ve öleceğini anlarsa son çaresi tüm gücüyle size saldırmak olacaktır.

Irak’ın Kuveyt’i işgalini çağrıştıran olaylar zincirini bir hatırlayalım. Saddam Hüseyin ve Irak’daki Baas Rejimi aynen günümüzde Suriye’de olduğu gibi Rusya tarafından desteklenmekteydi. Acaba, diyorum, Suriye de üzerinde uzun zamandır hak iddia ettiği Hatay’ı, kendisine karşı konuşlandırılan Özgür Suriye Ordusu savıyla işgal edemez mi? Ve ederse ne olur?
Küçük detaylar içerisinde kaybolmak yerine büyük resme bakmanızı, bakarken de toplum üzerinde oluşturulmaya çalışılan asılsız kargaşalardan bir an olsun sıyrılıp Türkiye’nin yakalandığı bu esintiyle hangi yöne doğru dümen kırdığını görmenizi istedim.

Suriye kapımızı çoktan çaldı. Türkiye, şimdilik “evde yokum”, oynuyor. Ama evden gürültüler ve kavga sesleri de gelmeye devam ediyor.
Bakalım Türkiye ne zaman kapıyı açacak?


Dip Not: Cumhuriyet ve ilkelerini savunmak için illa solcu ve devrimci olmamız gerekmiyor. Senaryo gereği sağcıların Atatürk düşmanı, solcuların ise laikliğin savunucusu gösterilmeye çalışıldığı bu bölücü kurgudan bir an önce kurtulmanız dileğiyle.

2 Kasım 2012 Cuma

ABD BAŞKANLIK SEÇİMİ... YOK BÖYLE BİR ANALİZ...

Amerika’daki başkanlık seçimlerine bir hafta kala adayların kaşlarından tutun da polislerin vazgeçilmezi tatlı çöreklere (donuts), yurt odalarını süsleyen sevimli çim adamlardan, çocukların ve büyüklerin gözdesi cadılar bayramı maskelerine kadar pek çok farklı gösterge, Obama’nın 2013’e yeniden Beyaz Saray’da gireceğini işaret ediyor.

Adayların oy potansiyelleri, kritik eyaletler ve daha fazlası için TPM (Talking Points Memo) tarafından internet ortamında devamlı güncellenen Anket Gözcüsü’nü (Polltracker) ve New York Times’ın FiveThirtyEight’ini takip edebilirsiniz. Ama eğer örneklem büyüklüğü, hata payı, istatistiksel kesinlik gibi kavramlara yabancı iseniz aşağıda yer alan, her seçim öncesi halk arasında sıklıkla kullanılan diğer göstergelere de bir bakmanızı öneririm.
Kaş Endeksi
Tımar Salonu (Grooming Lounge) bloğunun yaptığı bir araştırmaya göre adayların kaşlarının düzgünlüğü, 8 başkanlık seçiminden 7’sinde belirleyici rol oynamış. Buradan hareketle Romney’in kaşlarına biraz daha dikkat edip üzerindeki fazlalıkları aldırması öneriliyor. Avantaj: Obama.

Çocuk Oyları
1940 yılından bu yana, 1-12 sınıflar arası öğrencilere yönelik “Taklit Seçim” sonuçları (Scholastic’s Mock Election) büyük bir isabet oranıyla yeni Başkan’ı belirlemiş (sadece 1948 ve 1960 seçimlerinde yanılmışlar). Avantaj: Obama.

Tatlı Çörekler (Donuts)
Üzeri mavi şeker kaplı eşek görünümündeki çöreklerin (Dough-Bama; Demokratların amblemi) satış rakamı, üzeri kırmızı şeker kaplı filli çöreklere (Mitt Yum-ney; Cumhuriyetçilerin amblemi) oranla 3% öndeymiş. 2008 seçimlerinde de Dough-Bama, McCandyCain’i alt etmişti. Avantaj: Obama.

Redskins Kuralı
Geçmiş 18 seçimin 17’sinde Redskins futbol takımı seçimlerden önceki son maçını kendi sahası Washington’da kazanırsa halen Başkanlık yapan aday ikinci defa seçilirmiş. Buna göre 2 Kasım’da (yani seçimlerden 4 gün önce) Washington Redskins, California Panthers’i kendi sahasında ağırlıyor. Avantaj: Belirsiz. (Redskins maçı kazandı)

7-Eleven Bardakları
Obama temalı kahve bardakları, Romney temalı bardaklara 3-2 oranla daha fazla tercih edilmiş. 7-Eleven yöneticileri, 2000 senesinden bu yana tüm diğer tahminleri geride bıraktıklarını düşünüyorlar. Avantaj: Obama.

Astroloji
Los Angeles’da yaşayan Astrolog Larry Schwimmer’a göre Obama’nın yıldız haritası tekrar Başkan olacağını, bir başka Astrolog Donald Holland’a göre ise Obama’nın güneş dönüşüm haritası seçimleri kaybedeceği gösteriyormuş. Avantaj: Belirsiz.

Çimen Kafalar
Eylül ayında satışa sunulmasından bu yana Obama çimen kafalar, Romney çimen kafalara oranla 2-1 öndeymiş. Avantaj: Obama.

Adayların Dişleri
Luster Premium White (diş parlatıcı ürünler satıyor) firmasının tezine göre; 1992 yılından bu yana Başkanlık seçimini hep en beyaz dişlere sahip aday kazanmış. Romney, eğer dişleriyle ilgili bir hamle yapmazsa Obama’nın Beyaz Saray’ın balkonundan tekrar gülümseyeceği tahmin ediliyor. Avantaj: Obama.

Kurabiyeler
Çember Aile Kurabiye Tarifleri sitesinin düzenlediği yarışmaya göre; başkan adaylarının eşleri adına hazırlanan özel kurabiyelerin 9.000 kişi tarafından oylanması sonucunda, Michelle Obama’nın beyaz ve siyah çikolata parçacıklı kurabiyesi seçimleri az farkla (287 oy) kazanmış. Avantaj: Obama.

Bahisler
İngiliz Ladbrokes bahis sitesi, Obama’nın kazanma olasılığını 1/3, Romney’in kazanma olasılığını ise 11/5 olarak belirlemiş. Avantaj: Obama.

Cadılar Bayramı Maskeleri
Spirit Kostüm Firmasına göre; 1990’lı yıllardan itibaren en kesin tahmin, cadılar bayramı maske satışlarından geliyormuş. Benzer sonucu BuyCostumes.com sitesindeki kâğıt maske satışları da destekliyor. Her iki kaynağa göre; Obama maske satışları 30 puan öndeymiş. Avantaj: Obama.

Adayların Boylarının Uzunluğu
1896’dan 2008’e Başkanlık seçimlerini 3-2 oranında rakibinden daha uzun olan aday kazanmış. Buna göre; Obama’nın boyu 186cm, Romney’in boyu ise 189cm. Avantaj: Romney.

Toparlamak gerekirse; 9 tahmin Obama’dan yana iken sadece bir tahmin Romey’i gösteriyor, iki tahmin ise şimdilik ortada. Başkanlık seçiminde bile olsa oluşturulan bu pazar, aynı zamanda Amerikalıların ticari zekâsının bir göstergesi niteliğinde. Seçmenler, Başkan görmek istedikleri adayı her ortamda desteklemeye devam ederken firmalar ise yeni trendlerin peşinde, markalaşmanın ve satışlarını arttırmanın farklı yollarını arıyorlar.
Bizdeki “Seçim Ekonomisi” tabirinin adeta ne kadar da yanlış kullanıldığının bir göstergesi gibiler.


Kaynak: Mother Jones, “12 Silly Ways to Predict the Election” by Dave Gilson.