30 Ocak 2013 Çarşamba

İLKOKUL ARKADAŞIM ARTIK ÜNLÜ BİR MÜZİSYEN: MURAT AZİRET

İstanbul, Yeşilköy’deki Halil Vedat Fıratlı İlkokulunu, denizin kenarında, ağaçlar altında mükemmel bir okuldu, hala da öyle. Ben o zamanlar yatılı okuyordum, babamla annem ayrılmış, annem çalışan tek kadın, kalp kırıklıklarının, itilmişliğin ve yalnızlığın üstünü, çocuk aklımla kurduğum yeni arkadaşlık bağlarıyla örtmeye çalıştığım günlerdi. Üzerinden on yıllar geçmesine rağmen o mükemmel senelerin ne izleri ne de anıları silindi. Sanki zamandan geriye bakan o ufacık pencerede, değişmeyen bir mevsim resmi gibiler.

Bu resmin içerisinde masum gözleri ve ufacık elleriyle bizleri selamlayan değerli arkadaşım Murat Aziret’in bir gün tanınmış bir müzisyen olacağını acaba hangimiz tahmin edebildik? Ta ki başarıları ve yükselişi gözlerimizi kamaştırana kadar… Şimdi bu söyleşiyle sizi değerli kardeşim, kadim dostum, ilkokul arkadaşım, önemli müzisyen Murat Aziret’le baş başa bırakıyorum.
 
 
Kemikleşmiş bir dinleyici kitlen var ve İstanbul müzik piyasasında tanınıyorsun, Metrosfer vasıtasıyla seninle ilk kez tanışacak bazı okurlarımızı bilgilendirmek açısından müzik geçmişinden biraz bahsedebilir misin?

Müziğe başlama hikayem aslında çok standart ve her bu işi yapan insanın benzer hikayesi gibi küçük yaşlarda vuku bulmuş bir hikaye : )) Sen de biliyorsun ki aslında müzik ve güzel sanatların her türlü dalı, sonradan başlanan şeyler değil, insanın içinde var olan ve kendini bilmeye ilk başladığın anlardan itibaren ki bu çocukluk dönemi oluyor, güzel sanatlarla olan haşır neşirlik ufak ufak ortaya çıkıyor! İşte, pek çoğumuzun hikâyesi de aynı ve standart! Çocuklukta başlar, sonra ilerleyen yıllarda seni kaplar ve artık hiç bir şey yapmak istemez hale gelirsin. Hele ki erken yaşlarında bir şekil sahne tozu da yutmuşsan.

Bizim nesil, 70'lerde çocukluğumuzu, 80'lerde de ergenliğimizi yaşadık. 70'ler Rock müziğinin, 80'ler de Dünya popüler müziğinin ivme yıllarıydı. Bir sürü değişik tarz ve akımın başlangıç yıllarıydı. Ben de işte ilk bu yıllarda müzikal hayatıma profesyonel olarak başladım. Ama şöyle bir handikabım vardı ki Dünya'da işler böyle gelişim içinde giderken, ülkemizde 80'ler, “piyanist şantör” olarak tabir edilen bir sürü insanın varlığı ve şöhretiyle geçmiştir! Yani eğlenceye yönelik müziklerin revaçta olduğu, orkestra kavramlarının bitmeye başladığı, alaturka ezgilerin arabesk versiyonlar halinde müziğe katılım yapmaya başladığı yıllardı o yıllar… Bu da ben ve benim gibi o dönem pek çok genç insanda şöyle bir ikilem yarattı. Michael Jackson, Phill Collins dinliyor ama Nejat Alp, Cengiz Kurdoğlu şarkıları söylüyorduk : )) Açıkçası ben profesyonel müziğe, dönemsel durum yüzünden ve tabi biraz da genç olmaktan kaynaklanan enerji ve cahil cesaretiyle piyanist şantör olarak başladım. Hatta öyle bile değil, bir arkadaşım çalıyordu, ben de söylüyordum. O zamanlar ritim box'lı klavyeler, davul makinaları falanlar filanlar daha yeni yeni piyasaya giriyor ve Cengiz Kurdoğlu, Metin Kaya, Nejat Alp, Atilla Kaya, Ümit Besen, Arif Susam gibi isimler ortalığı yıkıyorlardı… Biz de yeni girmişiz mevzulara, mecbur piyasa içine buralardan tutunuyorduk.

Velhasıl böyle başlayan kariyerim, kendi yeteneklerim, azmim ve çalışma gücümle, müziğe karşı duyduğum aşkla gelişti de gelişti… Ve bir gün sahnede Michael Jackson, Stevie Wonder şarkıları söyleyen bir grubum da oldu. Sonrasında Ajda Pekkan, Tarkan gibi isimlere hem sahne hem stüdyoda eşlik eder oldum, "Anadolu Ateşi Truva Gösterisi" gibi büyük bir projenin etnik vokallerinde de yer aldım, müzikale de çıktım, radyo ve televizyon reklam müzikleri de yaptım (En son Sütaş ayran reklam filminin sesi benimdir mesela). Buzuki Orhan dostumla iki yıl Grek müziği de yaptım, sayamayacağım kadar ünlü insanla, hem sahne hem de stüdyoda geri vokalde yer aldım, Caz müzisyenleriyle ortak konserlerim, projelerim de oldu, alaturkacı arkadaşlarımla fasıllarda da yer aldım, onu da yaptım, bunu da yaptım ve çok geniş bir yelpazede müzik yolculuğuma hep devam ettim! Bu kozmopolit yapıyı da her zaman çok sevdim! Çünkü zaten ruhumun kendisi böyle ve müzik de kendimi en iyi ifade eden yol olduğu için her şey benim ruhumla çok örtüştü…

Konservatuar eğitimi dersen, iki sene İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı'nda bulunmuşluğum vardır : )) Sonra okulu bıraktım. Çünkü hem çalışıp hem de okumak beceri işi ve ben bunu açıkçası beceremedim. Gençken içki, para ve bol kadın olan gece çevrelerinde takılmak doğal olarak okuldan daha çekici geldi ve kariyerimin okul kısmı yürümedi. Ama o diplomanın eksikliğini de ilerleyen yıllarda hep yaşadım ve genç arkadaşlarıma da bu kendi yaptığım şeyi pek tavsiye etmiyorum diyeceğim, bu sefer de onlar bana "Oh! Sen keyfini yapmışsın, bize yapma diyorsun! " diyecekler haklı olarak : )) Yok öyle demiyorum tabi ki. Sadece, her şeyi zamanına göre yerleştirmelerini tavsiye ediyorum. Bir düzenleri olursa, hiç bir şeyi aksatmadan her bir şeyi yapabilirler! Benim kendimle ilgili en önemli eleştirim budur…

Mayıs 2012’de piyasaya Üç Adım Müzik etiketiyle çıkan ikinci solo albümün “Sahne Gibi”de Serdar Mumbuç ve Tolga Sunter ile çalıştın. İkinci albümün hikâyesi nedir? Ve sana müzikal açıdan ne ifade ediyor?

"Sahne gibi" albümümün hikâyesi ilginçtir… Çünkü en az 3 defa çöp yaptığım ön çalışmalar sonrası, tam 3 yıllık zorlu, para-pul sıkıntılarının yaşandığı bir dönemin ürünüdür bu albüm… İçinde çok değerli müzisyen dostlarımın emekleri vardır. Bahadır Tatlıöz, Tolga Sünter, Genco Arı, Serhan Yasdıman, Ayhan Günyıl, Erhan Seçkin, Deniz Beydili, Tuğba Önal, Sibel Gürsoy, Kağan Kurmuş, Cüneyt Yamaner, Çağdaş Oruç, Gökay Gökşen, Fehmi Alatan ve daha nice sevgili dostum, kardeşim bu işe benle birlikte el attılar. Hepsine Metrosfer vesilesiyle bir kez daha teşekkür etmek istiyorum! Adından da anlaşılacağı üzere güzel, sade, anlaşılır, abartılı sound’lar gütmeyen, çok kusursuz olmasına değil, canlı ve samimi tınlamasına özen gösterilmiş bir çalışmadır "Sahne gibi".
 
Hak ettiği yere gelebildi mi? dersen, tabi ki hayır : )) Çünkü bizim sektör ikiye ayrılır: 1 - Müzik için bir şeyler yapmaya, insanları doğru yönlendirmeye, bilinçlendirmeye çalışanlar ve 2 - Kimseyi ve müziği umursamaksızın sadece para ve şöhretle ilgili olanlar. İkinci bölümde yer alanların şansı her zaman daha fazla, yolları ve yöntemleri kısa ve basittir. Birinci bölümdekilerin yoluysa uzun ve çetrefilli, şansları da daha azdır. Finalde hiç bir şey elde edemeden öte tarafa göçenler, birinci bölümdeki şahsiyetler içinde daha fazladır mesela. Ama her iki bölümdekiler de zaten başka türlüsünü yapamadıkları için bu doğal sonuçları kabullenmişlerdir. Ben, galiba ilk bölüme dâhilim : )) Yani halen "Bilen biliyor!" olarak anılan ve çok tanınmayan kitledeyim... Devamlı yeni çalışmalar yapma niyetim olduğu için de aslında bunu fazla umursuyorum desem yalan olur. Tek derdim müzik yapmak; iyi müzisyenlerle her yerde, her ortam ve tarzda bir araya gelmek. Ayrıca yapılan her şeyi iyi veya kötü, arkamda bırakmayı başaran bir yapım olduğu için de bu albüm çok tanıtılamamış olsa bile inanın ben, “Bir sonrakinde ne yapsam acaba?" yı düşünür hale geçtim bile.
 

Bu sorunun cevabı kişilere göre değiştiği için sana da yöneltmek istiyorum; “Sahnede hiç unutamadığın bir anın var mı?”

Sevgili dostum, sahnede yaşadığım o kadar çok şey var ki, hangi biri öbüründen daha anlatılabilir, hemen bilemedim. Ama pek çoğu gerçekten sarhoş olduğum zamanlarda yaptığım şeylerle alakalı, itiraf ediyorum :)) Eskiden ciddi içki içerdim ve dışardan sadece sevimli ve komik olarak gözlemlenir, kendimi bozmazdım. Ta ki ertesi gün, o anları hatırlamadığım gerçeğiyle yüzleşene dek. Eskiden dediğim de 2-3 sene evveline kadar yani, öyle 15 yıl değil. Hele bir Ajda Pekkan Açıkhava Konseri vardır ki muhtemelen 2008 ya da 2009 yılında, o benim için efsanedir… Konser sonrası sabah 7'de uyandım ve kendime şöyle dedim "Dün gece ne oldu? Sahne nasıldı ve ben sahnede ne yaptım? " : )) Hiç bir şey hatırlamıyorum. Ajda Pekkan'la koskoca bir açıkhava konseri verilmiş, ben iki tane şarkıda öne çıkıp onunla birlikte düet söylüyorum, sahnede bir sürü enstantane olmuş, fakat gelin görün ki hiç bir şey hatırlamıyorum! Bu arada saat sabahın 7'si ve herkes uyuyor, sorabileceğim hiç kimse yok. Müzisyenler en az saat öğlen 1'lere, 2'lere kadar yatarlar… Ben kime soracağım şimdi bu sahneyi? Düştüm mü? Kalktım mı? Ne yaptım? Şarkıları nasıl söyledim? Ajda Hanım o halimi fark etti mi? Kovuldum mu? Ne oldu? Böyle düşüne düşüne öğlen saat 2’lere kadar öyle bir zaman geçirdim ki hiç sormayın : )) Sonra tabi arkadaşlarımdan gecenin sorunsuz geçtiğini öğrendim ve derin bir “Oh !” çektim… Bu olay, benim sahneyle ilgili en ilginç anılarımdan biridir… Aslında ders almam gereken bir durum olmasına rağmen ne üzücü ki bundan sonra da bir kaç kez sahneyi hatırlamaz hale gelene dek içtiğim oldu. Ama şimdi artık buna özen gösteriyorum, yaş 43, artık yeter : ))

Bu yaşadıklarından umarım okuyucularımız da ders çıkarmıştır. Peki, hayalinde kendi albümünü çıkarmak olan genç müzisyenlere 6 anahtar öğüdün olsa, bunlar neler oldurdu?

Eveeeet! Öğüt bölümü mü şimdi? : )) Hemen verelim o zaman; 1 - Öncelikle sevgili kardeşlerim; ne iş yaparsanız yapın, bunların hepsinin birer Dünya işi olduğunu unutmayın… İş için insan üzmeyin ve insan ezmeyin. 2 - Yaptığınız işle alakalı kendi kapasitelerinizi çok iyi tetkik edin ve bu kapasiteyi zorlayabileceğiniz kadar zorlayın. 3 - İşinizi yaparken hiç bir uyarıcı maddeye ihtiyaç duymayın, sadece kalbinize ve ruhunuza güvenin. 4 - Çalışmanız gerektiği kadar çalışın, işi fazla abartıp hayatı kaçırmayın, sevdiklerinizi yalnız bırakmayın. 5 - Gençken ve yalnız olduğunuz dönemlerde daha çok çalışın. Çünkü şunu bilin ki ilerleyen zaman içinde buna fazla fırsat bulmayacaksınız. Sevgililer, aile, çoluk çocuk, hepsi sizden zamanınızın bir bölümünü isteyecek ve kendinize çalışmaya zamanınız kalmayacak. Bu yüzden daha yolun başındayken 3-4 yıl kendinize yatırım yapın, bilgilenin, çalışın, sonraki 30-40 yıl da bunun ekmeğini yiyeceksiniz. 6 - Hayata ve sanata tek bir pencereden bakmayın. Alternatif düşüncelere ve işlere karşı tahammüllü olun.

Bu arada ben albüm olayını genç arkadaşlarımın o kadar da kafalarına takmamalarını tavsiye ediyorum. Albüm, sonuçta sanatçının kayıtlarını paylaşma durumudur. Bunu yapacak gücün yoksa sahnede yaparsın. Önemli olan “müzik yapmak” olmalı…

Aynı zamanda duyarlı bir aile babası olduğunu biliyorum, Türkiye’ye ve Dünya’ya kızının gözleriyle baksaydın neler görürdün?

Elif Haktan adında, 7 yaşında acayip tatlı bir kızım var… Zeki, fırlama, sevimli, çok konuşuyor ve algısı yüksek, hafızası diğer dişi varlıkların iki katı : )) Yani ilerde hayatına girecek adamlar biraz sıkıntı çekecekler gibi : )) Çünkü biliriz ya kadınlar hiç bir ayrıntıyı unutmaz, kızım sağ olsun ayrıntının da içindeki ayrıntıyı unutmuyor.

Türkiye ve Dünya’ya kızımın gözleriyle baksaydım her halde Türkiye’yi koca bir çöp kutusu olarak görürdüm. Çünkü biz gerçekten çok pis ve düzensiz bir ülkeyiz. Bazen Ağrı Dağı’nın tepesinde bile yere atılmış bir naylon torba, su veya bira şişesi olduğunu düşünüyorum. Kızımla bu pisliği devamlı konuşuyoruz mesela ve daha bu yaşında o da farkında. Elif’in gözleriyle ülkeye bakmak? Ülkenin diğer sorunlarını görsem bile yine de umut verir miydi acaba? Onun bir çocuk olduğunu düşünürsek tabii ki benden daha umutlu bir bakış olurdu bu… Ama yine de büyüdükçe, yaşadıkça, gördükçe, onun da benimkine benzer hayal kırıklıkları yaşayacağına eminim. Dünya’ya onun gözlerinden bakmaya kalksaydım, hemen buradan gitmek isterdim : )) Dünya çok güzel…

Ben, Elif Haktan’ı şimdiden sevdim. Peki, ilk akla gelen hobini ve bir fobini bizimle paylaşır mısın? Hobin açısından neler yapıyorsun? Ve fobin, özel hayatını nasıl etkiliyor?
En büyük hobim spor yapmak… Fırsat buldukça spor yapmaya çalışıyorum. Kilo vermek için değil, sağlıklı ve zinde hissedebilmek için. En büyük korkumsa gelecek korkusu. Mevcut düzenimin zedelenme ihtimali. Bu aslında çok da sağlıklı bir düşünce tarzı değil, biliyorum ama yıllar içinde müzisyenlik kaynaklı düzensiz hayat beni bu obsesif hale getirdi işte : )) Bununla ilgili devamlı da çabalıyor ve zihnimi düzeltmeye çalışıyorum. Zira çok da korkularıma esir olmayı sevmiyorum.

Gelecekle ilgili projelerini merak ediyoruz?

Gelecekle ilgili şu an en önemli projem kendi adıma bir underground grup oluşturup bu grubun adını ve piyasadaki yerini yükseltmek. Yani, yine kazıya kazıya bir şeyler başarma niyetim var. Galiba ben bunu seviyorum : )) Bu arada farklı müzikal tarzlarda, iyi müzisyen dostlarımla ortak çalışmalar yapmak, tekrar albüm kayıtları yapmak… Bu böyle uzar gider. İnsanın yapacağı işler bitmez. Bitti mi? Ömür biter : )) Bu arada eğitmenliğe de ağırlık verme niyetim var. Çünkü arkanızda bıraktığınız en önemli eserlerin güzel insanlar olduğuna inanıyorum. Eğitimi de sadece meslek eğitimi olarak görmüyorum. Ben, genç arkadaşlarımla tecrübelerimi paylaşmayı seviyorum. Onların dertlerini dinlemeyi, onların diliyle, onlarla konuşmayı seviyorum. Belki TRT’ye bir çocuk programı hazırlama durumum olabilir. Onu kafamda şekillendirmeye çalışıyorum. Böyle işte… Kısmet! Ben çalışmaya devam ediyorum : ))
 


Son olarak da, söyleşiyi toparlamak gerekirse, okurlarımıza bir mesaj vermek isteseydin bizimle ne paylaşmak isterdin?

Metrosfer okurlarına son olarak vermek istediğim bir kaç önemli mesaj var aslında… Unutmayın ki işler güçler geçicidir ama insan olma olgusu her şeyden daha değerli ve önemlidir. Kimsenin hakkına hukukuna girmeyin… Neye inanıyorsanız inanın ama inançlı olun... Hayatı kendinize ve çevrenizdekilere güzel kılmak için uğraşın, hayat kalitenizi arttırın, beğenilerinizi geliştirin… Dürüst ve güvenilir olun… İnsanlar size her bir şeylerini emanet edebilsinler, o derece güvenilir olmaya özen gösterin. Alternatif her fikre ve şekle saygılı ve tahammüllü olun. Unutmayın ki bu dünya sadece sizin için yaratılmadı, sadece sizin etrafınızda da dönmüyor. Ayrıca sanatla da ilgili bir kaç şey söylemek gerekirse, şunları da aklınızın bir köşesine yazın; müzik ve güzel sanatların hepsi esasen iş ya da meslek değil, bir yaşam biçimidir. Bakmayın insanlar bunu bu hale getirmişler. Eğer bir sanatçı ruhuna sahipseniz, o amatör ruhunuzu hiç bir zaman yitirmeyin, alçak gönüllü ve özgüvenli olun… Aslında daha bir sürü şey var da şimdilik her halde bu kadar yeterli: )) Sevgi ve saygılar herkese!

Sevgili dostum, beni okuyucularınla buluşturduğun için sana da çok teşekkürler ediyorum. Görüşmek üzere.

Murat Aziret’in “Sahne gibi” albümünden ilk çıkış şarkısı Yansın'ı izleyin.



27 Ocak 2013 Pazar

DİYANET İŞLERİ'NİN WEB SAYFASINDA GARİP ŞEYLER OLUYOR!..


Diyanet İşleri Başkanlığı'nın sitesine sakın ola, düşmeyin! Neden mi? Anlatayım.

Gerçi iki aylık bir haber ama ancak şimdilerde doğru bilgiye ulaşabildiğim için konuya tekrar değinmekte fayda gördüm. Asıl olay, Bodrum Yalıkavak eşrafından bir şahsın cenaze namazında gerçekleşiyor. Tam da cenaze namazı kılınırken, kendisine borcu olduğunu iddia eden diğer bir şahıs yüksek sesle hakkını helal etmediğini beyan ederek; “İtirazım var, merhumu iyi bilmem” sözüyle bir anda Türkiye’nin gündemine oturuyor. Aslında bunun Türkiye’de bir ilk olduğunu zannetmiyorum ama videoya kaydedilmesi, TV’lerde yayınlanması ve içinde barındırdığı trajikomedi sayesinde benim bile dikkatimi çekmeye yetiyor.

Haber videosunu yukarıda izleyebilirsiniz.

Sonrasında helalleşmeyen şahıs tartaklanıyor, ölüm tehditleri alıyor; o da savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Karşı taraf da bu rencide edici davranıştan dolayı kendisine suç duyurusunda bulunuyor. Her iki taraf savcıya ifade veriyor. Derken bu hengâmeye Samsun Müftüsü müdahil oluyor, “Kişiye, hakkını helal etmesi konusunda baskı yapılamaz”, deyiveriyor.

Ben de olayın biraz daha derinine inerek Din İşleri Yüksek Kurulu’nun web sitesindeki “Soru Sor” kısmına tıklıyorum. Ve tabii çalışmıyor. Bu arada görüyorum ki Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesi aynı zamanda vatandaşa meteoroloji hizmeti sunmaya başlamış. İllere göre hava durumu, hatta nedense Ay’ın bile o günkü şeklini öğrenebiliyorsunuz. Tam da, “Bu, acaba hangi sivri akıllının işi?” derken, “Vardır bir hikmeti” babında İstanbul’un havasına bakıveriyorum.

Sonra sorumu Diyanet İşleri Başkanımızın Özel Kaleminin e-mail adresine gönderiyorum. Üzerinden 3-4 gün geçiyor, tık yok. Aynı mektubu, aynı adrese tekrar yolluyorum. 4-5 gün daha geçiyor, gene tık yok. Asıl olayın üzerinden de böylece 15 gün geçmiş oluyor. Tam umudum tükenmişken artık son ihtimal, mektubu bu sefer de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın listesindeki, Müşavir, Kurul Üyesi, Doç. Dr. bilumum 60 adrese birden yolluyorum. Sonuna da; “Kusura bakmayın, kimseye ulaşamadım, lütfen bir cevap bekliyorum”, ekleyerek. Nitekim sesimi birileri duymuş olacak ki iki gün sonra bir e-mail alıyorum. Gönderilen takip numarasıyla sorum, cevaplanmak üzere sıraya alınmış, çok yoğun çalışıyorlarmış vs. Adım adım gerçeğe yaklaşıyorum... Bu arada web sitelerindeki bozuk kısmı tamir ettirerek vatandaşa (her ne kadar farkında olmasalar da) yardım etmenin mutluluğu içerisinde ikinci bir bekleme sürecine giriyorum.

On gün sonra cevap geliyor. Ama aradan geçen zaman zarfında asıl haber iyice eskiyor ve bu yazı da hiç çıkmama noktasına geliyor. Ben de arşivime, belki ileride bir benzeriyle karşılaşırsam, diyerek kaldırıyorum. Ta ki geçende çoktan cevaplanmış soruma ikinci bir cevap alana kadar. İki cevap arasında, bakış açısı olarak pek bir fark yok ama içerisinde ufak tefek ve bence önemli detaylar barındırıyor.

Soru: Dinimizde ölen birinin arkasından birilerinin hakkını helal etmemesinde (hısımları, alacaklıları olabilir) ve bunu cenaze namazında dile getirmesinde herhangi bir yasak var mıdır? Bu durumu içeren ayetler, hadisler nelerdir? Bir de konunun ahlaki boyutu nedir?

İlk cevap: Ölünün cenaze merasiminde, alacaklıların hakkını talep etmesi caizdir. Varislerin ölenin mirasından borçlarını ödemeleri (yani alacaklıların haklarını vermeleri) gerekir. Ölenin mirası olmasa bile varislerinin (yakınlarının) borcunu ödemeleri uygun olur. Zira Hz. Peygamber (S.A.V) Efendimiz, (rivayet edildiğine göre) vefat eden kişinin borcunun olup olmadığını sorar, yakınlarından borcunu ödeyecek kimse yoksa "bu kardeşinizin borcunu ödeyebilecek kimse var mı?" diye sorar, ödeyecek kimse çıkmaması halinde kendisi borcunu üstlenir (öder) ve cenaze namazını kıldırırdı. Alacaklıların nezaket kuralları çerçevesinde alacaklarını (talep ettiklerini) cenaze yakınlarına bildirmelerinde bir sakınca yoktur. Borçlu tarafın rencide edilecek şekilde veya tartışmalara sebebiyet verecek tarzda konunun ileri boyutlara götürülmesi ve böylece huzursuzluğa sebebiyet verilmesi (ahlaki bakımdan) uygun olmaz.
 

Üç hafta sonra gelen ikinci cevap: Cenazede helalleşmenin asıl mantığı dünyaya ait maddi ve manevi borçların ödenmesini sağlamaktır. Dolayısıyla kişinin cenaze namazında ölen kişinin varislerinden borcunu tahsil etme cihetinde bir muamelede bulunup borcunu istemesinde ve almadıkça hakkını helal etmeyeceğini beyan etmesinde dini açıdan bir sorumluluk yoktur.

Ancak takdir edersiniz ki, cenaze namazlarında ortamın bir hassasiyeti söz konusudur. Bu durumda kişinin bu hakkını cenazede bağırarak ifade etmesi ve alacağını almadan hakkını helal etmeyeceğini yüksek sesle bildirmesi bir takım tatsızlıklara sebebiyet verebilir. Dolayısıyla kişinin haklarının ödenmesi talebini cenaze namazı ortamı dışında çocukları ya da mirasçılarına söylemesi daha uygun olur. Hatta kişinin alacağı yüklü bir miktar ise ve kişi alacağından feragat etmeyi düşünmüyorsa, varislerinin ödeme yapması konusunda da şüpheleri varsa, bu durumda söz konusu alacağını resmi olarak tescil ettirmesinde fayda vardır.

Verilen cevaplar üzerinden hareketle, Diyanet İşleri tarafından sunulan bu hizmet hakkında bazı saptamalarımı sizinle paylaşmak istiyorum.

İlki, cenaze namazı kılınan kişiye alacaklısının hakkını helal etmemesi ve bunu alenen beyan etmesinin dini açıdan bir sakıncası olmamakla birlikte işin ahlaki boyutunda sorunlar doğurması. Özetle, cesaret isteyen ve tamamıyla yapanın vicdanına kalmış bir eylem, aynı borcunu ödemeden göçüp giden kişinin borcunun vicdanında kalması gibi. Diğer yandan bu kişi de aslında alacağının üzerine böylece bir bardak su içmiş oluyor.

İkinci çıkarımımız ise bir sorunun cevaplanmasına rağmen hala Diyanet İşlerinin sisteminde cevaplanmamış olarak durması (kaydın kapatılmaması) ve aynı soruya cevap verilmeye devam edilmesi. Ya da, ikinci cevap ilkine nazaran daha derli toplu bir kalemden çıkmış gözüktüğüne göre, sonuçta cevaplayan ikinci kişi, birincinin cevabını aynı benim gibi beğenmemiş olacak ki tekrar cevaplama ihtiyacı duymuş.

Dördüncü ihtimal de internet üzerinden yönlendirilen sorularda madem bir yoğunluk yaşanıyor, belki de bazı çalışanlar yarı zamanlıdır ve verdikleri cevaplar üzerinden maaş aldıkları için sistemde hala cevaplanmamış gözüken sorular sayesinde tekrarlanan cevaplardan para kazanmaya devam ediyorlar. Soruyu soran vatandaş ise; “Bir cevap daha aldım, Diyanet İşlerimiz benimle ilgileniyor ve mükemmel çalışıyor”, diye düşünüyor.

Son çıkarımım ise istikametin aslında tam bir kargaşayı işaret ediyor olması. Önceki tespitimiz üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığının “Soru sor” fonksiyonu zaten çalışmıyordu ve bu durum, ben hatırlatana kadar fark edilmedi.

Soruma, iki hafta çaresizlikten sonra 60 kişiye yönlendirince ancak bir cevap alabildim. Cevapların ardı arkası da kesilmiyor, kafamda konu hakkında yaklaşık bir fikir oluşsa da acaba üçüncü bir cevap alır mıyım? Derken, zaten konu ve haber de kendiliğinden eskimiş oluyor. Benim bu soruyu sormaktaki yegâne amacım, sonrasında yazacağım bir yazıyla sadece ama sadece toplumu doğru bilgilendirmekti.

Şimdi o yazı gitti, yerine bu yazı geldi.

Mamafih, benim bu konudan kendi hisseme bazı çıkarımlarım da olmadı değil. Ölümlü bir hayatı yaşadığımız konusunda her birimiz hemfikirizdir. Ha bugün ha yarın derken kaçınılmaz son, elbet bir gün bizim de kapımızı çalacak. Kum saatimiz, sessiz ve derinden akıp bitecek. Yaşadıklarımız kadar ölümümüz de unutulup yitecek. Olur ya hani alacaklılarım vardır, maddi ya da manevi, bana bizzat, şu anda müracaat etmenizi istiyorum. İçinizde kalmasın, gelin helalleşelim… Ama sonrasında cenazeme gelip sakın ola bir şaklabanlık yapmayın. Ne kendinizi, ne de beni ve ailemi rencide etmeyin.

Bu vesileyle bir de mesajım var; “Aman”, diyorum, “Lütfen, o malum günde beni ucundan sever görünen ama gerçekte hiç sevmeyen, görüntü vermek amacıyla ya da ayıp olmasın diye kimse cenazeme gelmesin”. Gelmeyin kardeşim… Kimi kandıracağınızı sanıyorsunuz ki? Çevrenizi mi? Yaratanı mı? Vallahi de billahi de buraya yazıyorum; “Geride bıraktığım dünyada ve sonrasında iki yakanızı bir araya getirtmem”.

www.cancavusoglu.info

18 Ocak 2013 Cuma

SİLİVRİ'DEN MEKTUP VAR

Önce çok şaşırdım. Böyle bir mektubu hiç beklemiyordum. Sonra mektupla beraber hayatın ta kendisine içten bir lanet okudum. İnsanların başına bu tür acımasız olayları getirdiği için. En yakın tanıklarından biri de bendim. Şimdi sizi bu tanıklığıma dâhil edeceğim. İster misiniz? Bilmem. Ama en azından tarihe not düşmek adına bence yerinde bir karar.

Mektup uzun zamandır tanıdığım bir arkadaşımdan geliyordu. Muhlis’i ilk tanıdığımda Şirinevler köprüsünde işporta kitap satarak geçimini sağlayan daha 18 yaşında bir delikanlıydı. Memleketi Tatvan’dan 14 yaşında yola çıkmış ve soluğu İstanbul’da almıştı. Ona, “ne tür bir cesaretle tek başına İstanbul’a geldiğini, kimlerle tanıştığını, nerelerde yaşadığını ve başından neler geçtiğini” hiç sormadım. Ama uzaktan da hep gıpta ettim. Verdiği mücadele ve başarısı, İstanbul’a gelip de umutlarını kaybedip geri dönenlere örnek olmalıydı. Onun sayesinde çevremdeki insanların hayata dair basit serzenişlerine gülüp geçmesini öğrendim. Zorluk nedir? Farkında bile değillerdi.
Muhlis askere gitti, bir süre oradan mektuplaştık. Antalya’da mutlu bir denizciydi. Dönüşünde yeni işine başladı, artık tatlı yatmasını öğrenmişti. Kısa sürede bu konuda usta ve bir meslek sahibi olarak kendini bir adım daha geliştirmişti. Her yolum düştüğünde çalıştığı dükkândan bedava tatlılar, burmalar da cabası. Velhasıl bir kızı sevdi, evlenecek, yuva kuracaklardı. Evini tuttu, tepeden tırnağa döşedi ama maalesef kendisi Kürt kökenli olduğu için ona sevdiğini vermediler. İkinci bir girişimi daha oldu, ondan da eli boş döndü. Çok ağladığını, beraber ağladığımızı hatırlıyorum.

Muhlis hatıralarımda, asla etliye sütlüye karışmayan, hep kavga ve tartışmadan uzak duran, sigara haricinde hiçbir kötü alışkanlığını görmediğim, çalışkan, sorumluluk sahibi, hedefleri olan, devamlı gülen, hayata hep pozitif bakan bir sima olarak yer etti.
Silivri’den yolladığı mektubun bazı bölümlerini sizinle paylaşmak da bana farz oldu. İnsanlar duysunlar, bilsinler istiyorum. Türkiye’de ceza sistemi, mahkemeler zaten malumunuz. Bir de bu vesileyle şahit olun.
 
 
“Sayın Hocam,

İnsan özgürlüklerinden kısıtlanıp gururu ayaklar altına alındığında, hasretlerin, özlemlerin çok yoğun yaşandığı ama kalplerimizin hep özgürlük için çarptığı bu esaret duvarları arasından sana kucak dolusu sevgi ve saygılarımı yolluyorum.

Sen de çok iyi biliyorsun ki ben kanunsuz hiçbir iş yapmam, yapanla da işim olmaz. Sadece 3 telefon görüşmesinden (ki o da normal, günlük hayatta yapılan konuşma diyeyim) 24 Mart 2012’den bu yana tutukluyum. Bilmiyorum, hiçbir günahım, suçum olmadan uyuşturucu ticaretinden yargılanıyorum. Aslında bunu bile yazmak o kadar zoruma ve ağrıma gidiyor ki ama elden bir şey gelmiyor. Umarım bu da bana bir tecrübe mi diyeyim hayatta başıma gelebilecek en kötü vaka mı olur bilmiyorum ama oldu. Vicdanen rahatım ama yapmadığım, alakam olmadığı ve bilgim dışında gerçekleşen bu olaylardan ötürü hapis yatmak inan çok zoruma gidiyor.
Sayın hocam, emin olun hep aklımdaydınız. Sohbetlerimizde anlattığınız mikrokosmos ve karma’yı şimdi daha iyi anlıyorum. Sonuçta Türkiye’de yaşıyoruz ve bir sabah erken saatlerde, suçlu veya suçsuz olduğun fark etmiyor, polisler tarafından gözaltına alınıp karga tulumba emniyete, tabii ki oradan da Silivri Ceza Kampına konabilirsin. Hayatım boyunca adını bile tiksinerek telaffuz ettiğim suçtan ceza evine düşmek beni alt üst etti. Allah büyük, 21 Şubat’taki mahkememde beraat ya da tahliye bekliyorum.

İnan hocam ikimiz de çok enteresanız. Hiç ummadığımız zamanlarda yollarımız kesişiyor. İkimiz de çok gülüyoruz. Senin demenle bebekler günde 100 kez gülerken yetişkinler 5-10 defa gülüyormuş, mutluluğumuzu büyüdükçe kaybetmişiz. Bizim çok gülmemiz ise ne biliyor musun? İnsanları seviyoruz, hayatı seviyoruz, derdimiz bir sıkıntımız olsa bile gülerek geçiyoruz. Önemli olan da bu değil mi?
Aslında sana yazacak o kadar notlar, cezaevi arkadaşlarımın günlük yaşantıları hakkında bilgiler topladım ki, bunu bir dahaki mektubuma saklıyorum (bomba bomba bomba), kesin roman olur, hem sen de iyi bir okur kitlesine ulaştırırsın. Çünkü burası aynı askerlik gibi her yerden, her memleketten, her diyardan insan var. Aslında her birinin hayat hikâyeleri ayrı ayrı ama hepsi de çok iyi insanlar.

Ben de dâhil hep cezaevindeki insanlara, cezalarını tamamlayıp çıkanlara kötü gözle bakardık. Ama inan hiç öyle değilmiş. Bazen konuşuyorsun, dertleşiyorsun herkesin ayrı bir amacı, bir emeli ve bir hayalinin olduğunu görüyorsun. Anlayacağın tıpkı benim gibi çok suçsuz insan var. Her an kendini dört duvar arasında bulabilirsin.
Beni en son nasıl gördüysen gene öyleyim hiç değişmedim; hala çocuksu, güler yüzlü, deli dolu, hayatı seven ve her anından zevk alan, senin gibi dostları düşünerek geçiren biriyim. Bak, ne diyeceğim, iddianamem geldi ya, şok oldum. İddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı’nın soyadı senin soyadınla aynı. Ne oluyor? Diye duraksadım. Neyse, Allah büyük, bir gün mutlaka buradan çıkınca hayatıma kaldığım yerden devam edeceğim. Her şeyin gönlünce olmasını dilerim.

Sevgi ve saygılarımı sunarım,
Muhlis A.”

Muhlis, şimdi 30 yaşında ve neredeyse 1 yıldır tutuklu. Onun bu kaybolan 300 küsur gününün hesabını, onun gibi ancak Allah’a havale edebiliyorum.
Ülkemizde “Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur”, sözü sadece film repliklerinde geçiyor. Sizler de bir tanıdığınıza kefil olabilir, şirket ortaklığı kurabilir, kimliğiniz kopyalanabilir ya da telefonunuz dinlenebilir, protesto etmek istediğiniz konular, katıldığınız masumane eylemler olabilir, tutuklandığınız zaman sakın polise böyle demeyin.

Gülünç duruma düşersiniz.
www.cancavusoglu.info

10 Ocak 2013 Perşembe

ODATV'NİN ABD VE DÜNYA ANALİZİNE YANIT

ODATV yazarlarından Hüseyin Vodinalı’nın 4 Ocak’da yayınlanmış “Atlantik mal, Avrasya can derdinde” başlıklı bir analizini okudum. İçeriği özetle; Türkiye-Suriye-İsrail üçgeninde ABD ve Rusya’nın olası jeopolitik hamlelerini değerlendiriyor.

Vodinalı analizini, ABD’de yaşanan mali uçurum neticesinde ekonominin kötüye gideceği, doların değer kaybedeceği ve sonucunda bir 3. Dünya Savaşı olasılığı üzerinde duruyor. Yazının son kısmını size aynen aktarıyorum:

“ABD’deki (14,6 trilyon dolarlık borçlanma tavanının aşılması yüzünden) mali uçurum paniği de sürüyor. Son dakikada Senato ve Kongrede onaylanan paket ile derin bir nefes alan Obama yönetimi, ülkedeki en zengin yüzde 2’lik kesime ek vergi getiren paket yüzünden epey bir baş ağrısı çekecek gibi görünüyor. Ülkede yıllık geliri 450 bin doların üzerindeki Amerikalılara ek vergi yükü gelecek. Ama bundan da vahimi, küresel bazda doların hakimiyetini giderek yitirecek olması. ABD eskisi gibi güvenli liman olmaktan çıkıyor. Dolar hakimiyetini askeri gücüyle sürdüren ABD’nin bundan böyle (dev bütçe ve dış açıklarıyla) bu düzeni devam ettirebilmesi de zor görünüyor. Çin de doların sahneden yavaşça çekilmesi için uzun soluklu bir ekonomik savaşı sürdürüyor. 2013 savaş tehdidi ve ekonomik krizlerin atbaşı gittiği bir yıl olarak başladı. Bakalım bu savaş ve kriz ortamında, 2012’de servetlerini 241 milyar dolar artıran dünyanın en zengin ilk 100 kişisi, bu yıl ne kadar daha zengin olacak?”
Ben de ABD’de yaşanan bu ekonomik küçülmeye, mali uçurum ve doların yeni değerine 2012’deki son yazımda değinmiştim. Metrosfer vasıtasıyla bir kez daha hem Vodinalı’yı düzeltmek hem de okurlarımı doğru bilgilendirmek adına kendisine aşağıdaki cevabı yazdım:

“Yazınızın özellikle son kısmı maalesef hatalı bilgidir. ABD'de vergi toplama ayları Ocak ve Şubat olduğu için her sene bu dönemde mali uçuruma girilir, ilk kez yaşanan ekonomik bir olay değildir. Sebebi ise vergilerini ödeyen halkın Mart'a kadar harcama yapmaktan kaçınması ve dolayısıyla ekonominin daralmasıdır. Obama'nın 2012'de tekrar seçilmesinin önemli sebeplerinden biri zaten zenginleri daha fazla vergilendirerek bu seneki mali uçurum sayesinde cari açığı yarıya (evet, tamamen yarıya) indirmek istemesidir. Bunu da başarmıştır. ABD’deki mali yeni yapılanma sırf vergilerde artışla değil, devlet harcamalarında, personel kesintilerinde ve askeri bütçede azalmayla devam etmektedir. Buradan hareketle ABD'nin bir dünya savaşı istemediğini anlayabilirsiniz. Ayrıca ABD Merkez Bankasının tarihinin en düşük kredilerini sunmaya devam etmesiyle halk biraz daha rahatlatılmaya çalışılmaktadır.
Asıl önemli konu ise eğer bir ülkenin para birimi (dolar) dünyanın finans ve ticaret birimi olarak da kullanılıyorsa ABD'deki ekonomik küçülmenin ki en büyük tüketicidir, dünyaya yansımasıdır. 2013'de 1$'ın yeni değerinin 1.7$ olması beklenmektedir, bu da Türkiye’de önemli bir devalüasyon olacağının işaretidir. Yani sizin dediğinizin tam tersidir.

Bütün ekonomisi ABD'ye bağımlı başta Çin olmak üzere tüm diğer ekonomiler artık ürünlerini eski fiyatlarla satamayacaklar, çünkü ABD almayacak ve dolayısıyla fiyatlarını düşürmek zorunda kalacak, başka bir deyişle ABD’deki tüketici 1$’a daha fazla ürün alır duruma geleceklerdir. İşin ABD ayağında önemli bir sorun gözükmemektedir.
Son olarak da bünyesinde Apple, Microsoft, Motorola, Intel, Boeing, Facebook, Google, Yahoo, Twitter, Instagram, McDonalds, Burger King, Nike, Timberland, Levi’s, Calvin Klien, Tommy Hilfiger, Oakley, Coach, Victoria’s Secret, Walmart, NBA, NFL, müzik ve eğlence sektörü, Hollywood, animasyon, bilgisayar oyunları sektörü, Ford, Dodge, General Motors, Lincoln, sağlık ve ilaç sektörü ve ARGE, Sigorta, Yatırım, Bankacılık, Telekomünikasyon, GPS ve daha sayamadığım binlerce teknoloji ve marka barındıran bir ülkeye (toplam pazar payı katrilyon dolarları geçer) kolay kolay bir şey olmaz. Saygılar.”

Asıl Türkiye’nin ekonomisine dikkat
Sayın Vodinalı’ya bu düzeltmeyi yazdıktan sonra biraz da Türkiye ekonomisine değinmek istiyorum. Yani koskoca Türkiye’de, 2013’ün bir devalüasyon yılı olacağını gören tek yazar ben miyim? Ya da bu konu biliniyor ama toplumla paylaşılmıyor mu?

Burada üç suçlu görüyorum.
İlki, ülkemizde 10 yılda bir aralıksız gerçekleşen askeri darbelerle siyasete ve Cumhuriyete verilen sözde ayarlar, sonucunda binlerce kişinin hapsedilmesi, ölmesi ve ekonominin her seferinde 10-20 yıl daha geriye gitmesidir. İkincisi, bir türlü bitirilemeyen PKK terörü ve kaybedilen başka bir 30.000 candır. Son suçlu ise Türk işadamı ve girişimcisidir. Onların suçu ise vizyon sahibi olmamaları, bencil davranıp devamlı kendi ceplerini doldurmaya çalışmaları ve neticesinde ülkemiz adına bir dünya markası yaratmamaları veya yaratamamalarıdır.

Benim gördüğüm tek dünya markamız ise, o da Ülker’in iflasın eşiğinde satın aldığı, Godiva’dır. Godiva’nın zaten ABD pazarında başarısı olsaydı başkasına satılmazdı. Bu arada kimse bana Mavi Jeans’in hayali PR çalışmalarından ve New York'taki satış yerinden bahsetmesin. ABD’de bir yer açacaksın ama pazara giremeyeceksin, bu semboliktir, reklam amaçlı bir vitrindir. Zaten Mavi Jeans reklamını da sadece Türkiye’ye yapmıştır.
Aynaya “Enseyi karartma”, diyorum, olmuyor. “Gelecekten umutlu ol”, diyorum, kendimi kandırmaktan öteye geçemiyorum. “Her şey rezalet, gör işte”, diyorum, bunalıyor, depresyona giriyorum. En iyisi, sizinle paylaşmak oluyor. Çözüm üretmenin ötesinde, rahatlıyorum.

Neyse, bari siz enseyi karartmayın. Hepinize dolu dolu bir 2013 dilerim. Aman, “dolar”a dikkat.
www.cancavusoglu.info

5 Ocak 2013 Cumartesi

İÇİNDE SAYIN APO, NOEL BABA, HOBBIT, DOLAR ve AVAST OLAN SON BİR 2012 YAZISI

Sayın Apo
2012’nin son gündemlerinden biri; Abdullah Öcalan’ın ev hapsine alınması konusuydu. Muhalif medya, bunu Apo’nun özgürleştirilmesine giden bir hamle olarak gördü. Hayal âlemlerimizi zorlayan senaryolara göre, sonrasında hatta meclise bile girecekti... Ve maalesef bazılarımız buna gerçekten inandı. Bakın sayın okur; Apo, şu anda olabileceği en güvenli yerde, üstelik istekli, kendisine yüklenmiş önemli bir misyonu sürdürmekte. Eğer bize paketlenip getirilmeden önce öldürülseydi ya da Türkiye’de idam edilseydi; bu ülkede bir iç savaş çıkması kaçınılmazdı. Peşinden bir askeri darbe gelirdi (zaten hazırda bekliyorlarmış) ve ülkemiz 20 sene daha geriye giderdi. Şu anki durumda ise PKK’nın üyeleri ve diğer komuta kademesi korku içerisinde sonlarını bekliyorlar. Apo yaşadığı sürece alternatif bir lider de çıkaramazlar. Ben PKK sorununun en geç iki sene içerisinde çözüleceğine inanıyorum.

Peki, Apo’ya ne mi olacak? Valla yaşlılık halleri, bilirsiniz...

Noel Baba
Bütün dünya nasıl olur da bu zamana kadar Noel Baba’nın ayrımcılığın halay başını çektiğini göremedi? Şirinliğine istinaden “Özünde ırkçılık da barındırıyor” diyemediğim için ayrımcılık terimini kullandım. Bunun en büyük kanıtı ise hediyelerin dağıtımında yaşanan adaletsizlikler. Yüzyıllardır zengin çocuklarına kıyasla fakirlere daha kötü hediyeler veriyor. Bazen de hediye bile vermeden geçip gidiyor. Avrupa’da yaşayanlar ile Afrika’dakiler arasında da kocaman uçurumlar var. Siyah çocukların günahı ne? Sonra mesela evlere hep bacadan giriyor. Alın, size yanlış bir uygulama daha. Ya bacası olmayan evler? Resmen, göz göre göre çocuklarımızı üzüyor. Son olarak da hayvanlara yaptığı işkenceler. Ren geyikleri Noel Baba’yı taşımak zorunda mı? Ayıptır, bu apaçık zulümdür.

İnsan ve hayvan hakları örgütlerini, Noel Baba’yı acilen şikâyet etmeye davet ediyorum. Ona artık bir DUR demenin zamanı geldi. İşe, hediyeleri geri iade ederek başlayabiliriz. Bitmedi, şu andan itibaren yeni bir hashtag başlatıyorum ve desteklerinizi bekliyorum: #NoelBabaDefolGit.

Hobbit
Sabırsızlıkla bekliyordum. Her sahnesi Peter Jackson’un detaycılığıyla örülü fantastik bir film. Üstüne bir de mükemmel ses efektleri ve 3D eklenince, izlemek bir yana adeta yaşanıyor. Tabii eleştirilecek yönleri de yok değil. Hobbit, kıllı cüceleri, komik görünüşlü yaratıkları ve bazen de gereksiz esprileriyle bana sanki bir çocuk filmiymiş havası yaşattı. Bu düşünceme Amerika’daki eleştirmenlerden de destek geldi. Vizyona girdiği ilk hafta 84.6 milyon dolar hasılat ve izleyiciden yüzde 81 beğeni yakalamasına rağmen film kritiklerinden sadece yüzde 65 alabildi (Rotten Tomatoes). Bunun sebepleri arasında, içinde izleyicinin ucundan da olsa görmeyi beklediği dramatik sahnelerin olmaması ve filmin kurgusuz bitişini sayabilirim. Tolkien’in orjinal Hobbit’inin yeni bir P.J. yorumlaması gibi olmuş. Bakalım, ikincisinde biraz toparlayabilecekler mi? Bir de P.J.’in verdiği son röportajlardan, istikametin yeni bir üçlemeye doğru gittiğinin sinyallerini alıyoruz. Aslında Hobbit, iki film olarak çoktan çekildi. Tolkien’in hikayenin sonrasında yazdığı 125 sayfalık ek notlarından uyarlanabilecek üçüncü bir film konuşuluyor. P.J. filmlerinin gişesi gayet yerinde, buradan hareketle ben üçlemeye kuvvetle muhtemel gözüyle bakıyorum.

Not: The Lord of the Rings’den beri kafama takılan bir soru var. Neden karakterler arasında hiç siyah veya Asyalı yok? Ya da Tolkien’in o zamanlar hedeflediği okuyucu kitlesi sadece beyazlardan mı oluşuyordu? Gerçek dünyadan kopuk bir Orta Dünya masalı...

Dolar
Obama’nın ikinci başkanlık dönemi, bireysel vergilerde yeni düzenlemeler ve öngörülen artışlarla tekrar gündeme taşındı. Bu uygulama aslında nüfusun yüzde üçünü, yani gelir seviyesi yıllık 1 milyon doların üzerinde olan bireyleri kapsamakta. Hükümetin vergi toplama ayı Ocak olduğu için elde edilen gelirle cari açık 1 günde yarıya inecek (Açık Uçurumu - Deficit Cliff). Amerika, özellikle Ocak ayında ani ama geçici bir ekonomik durağanlığa giriyor. Bir ülkenin para birimi aynı zamanda dünyanın para birimi olarak da değerlendiriliyorsa, bunun Türkiye’ye etkilerini gözardı edemezsiniz. Amerikan ekonomisindeki bu ani daralma, dünya piyasasında dolara olan talebi aynı hızda arttıracak.

Beklentiler ise 1 $’ın yeni değerinin 1.7 $’a kadar yükselecek olması. Özetlemek gerekirse, Ocak ayının ilk haftasında YTL karşısında doların yeni değeri sizi şaşırtmasın. Mümkünse yatırımlarınızı, alacaklarınızı ve borçlarınızı şimdiden buna göre yapılandırın. Amerikan ekonomisindeki daralmanın ise ancak 2013’ün üçüncü çeyreğinden sonra bir toparlanma trendine girmesi bekleniyor.

Bir son dakika gelişmesi; doların gidişatından aslında bir komplo teorisi de üretilebilirim. ODTÜ olayları neticesinde siyaset sahnesi kızışmış durumda, sanki diyorum bu ya da benzeri ani bir olayla geleceği önceden belli olan devalüasyonu hem göğüsleyip hem de günahı solculara atmak söz konusu olabilir mi? AKP tabii ki kredi kaybedecektir ama sonrasında bir Suriye hareketiyle bunu kolayca geri toparlayabilir.

Demedi demeyin...

Avast Antivirüs
Evet, artık bu yıla veda etme zamanı geldi. Dolu dolu geçen 2012’de, Metrosfer sayesinde pekçok yeni ve birbirinden değerli yüzle tanıştım. Şimdi aranızdan en çok ihtiyacı olan ve erken davranan birine ufak bir hediyeyle yılın benim adıma son yazısını noktalıyorum. 15 gün öncesine kadar eski laptopumu koruyan Avast anti-virus programının bir yıllık kullanımını almıştım. Geçenlerde yaşadığım bir kaza sonucu laptopum pert oldu ve yenisi de kendiliğinden farklı bir anti-virus yazılımı ile geldi. Hızlı davranan bana e-mail atsın: “ccavusoglu@hotmail.com”. Programın bir anahtarı yok, kendisine programı indireceği linki ve çalıştıracak dosyayı (.avastlic formatı) göndereceğim. Güle güle kullansın. (Avast bir okuruma ulaşmıştır.)

Tüm okurlarıma sağlık, mutluluk ve başarı dolu bir 2013 dilerim.

Sevgiyle kalın...

2012’nin en sevdiğim sözü...
“Şeytan bir gün uyuyakaldı… Rüzgâr sert esti. Üç tüy düştü şeytandan dünyaya; biri paraya yapıştı, diğeri mevkiye, öteki de ihtirasa. O günden sonra şeytan hiçbir iş yapmadı.”