23 Nisan 2013 Salı

İSTANBUL İZLENİMLERİ - 2: 'YALAN ERDEM'

Herkesin hayatına en az bir kez ‘Yalan Erdem’ girmiştir. Benim de çocukluğumun geçtiği İstanbul, Ataköy’deki arkadaş ortamında Yalan Erdem’in hikayeleri ağızdan ağıza dolaşır, ufak grubumuzda adeta bir mahalle efsanesine dönüşürdü.

‘Bir gün Yalan Erdem kocaman bir piyano almış, çok katlı bir evde oturuyor, asansöre sığmadığı için piyanosunu sırtladığı gibi 11. kata kadar taşımış. Tabi nefes nefese, piyanosunu önceden hazırladığı, evin en güzel köşesine yerleştirmiş. Bu arada Yalan Erdem, piyano çalmasını bilmiyor ama heves etmiş işte. Başlamış tuşlarıyla oynamaya, mi, fa sol, derken bir süre sonra canı sıkılmış ve açmış televizyonu. Bir programın tam ortasına dalmış, şans bu ya programda piyano başında oturan bir amca, hüngür hüngür kameralara derdini anlatmaya çalışıyor, meğer parmakları olmadığı için piyano çalamamaktan yakınıyormuş. Yalan Erdem, oturduğu koltukta dona kalmış. Gözlerinden bir kaç damla yaş süzülmüş, sonra yavaşça yerinden kalkmış ve piyanosuna doğru yönelmiş.’ Hikayenin bu kısmında sizler de benim gibi Yalan Erdem’in piyanosunu televizyondaki amcaya hediye edeceğini düşünebilirsiniz ama o ne yapmış? ‘Sinirle tuttuğu gibi piyanoyu pencereden dışarıya fırlatmış. Sevdiği piyanosu, 11. kattan yola doğru süzülürken peşinden bu sefer de tutmuş televizyonu fırlatmış.’

Hikayenin sonu böyle bitmiyor tabi, arkadaş ortamında istediğiniz kadar sündürebilir, sonra sıkılınca yeni bir hikayeye başlarsınız. ‘İşte efendim Yalan Erdem bir gün Kadıköy vapuruna binmiş, yanına sevimli mi sevimli bir kız çocuğu oturmuş...’

Eskilerde ‘geyik’ derdik biz buna, temalı geyik. Yenilerde ‘yaratıcı drama, doğaçlama çalışmalar’ deniyor; anlık rol ve karakter değişimli terapilerde, uyumlu bir grupla daha ötesine geçersek, tiyatro ve sahne çalışmalarında kullanılıyor. Sonuçta bizim çocukluğumuzun eğlenceli Yalan Erdem hikayeleri, halbuki bilimsel, çok yararlı uygulamalarmış.

Ta ki gerçekten bir Yalan Erdem’le karşılaşana kadar.

Şimdi konusu geçen Erdem ise benim Amerika’dan bir arkadaşımın İstanbul’da yaşayan başka bir arkadaşı. Hiç sevmem böyle ilişkileri ama bir anlık yakalanmış bulundum. Yalan Erdem’le ben İstanbul’a gelmeden 1 ay önce telefon, twitter derken bir şekilde iletişime geçiyoruz. Bu Erdem’in çok önemli bir misyonu var hayatımda... Basılmasını planladığım ikinci devam romanım ‘Bağımsız’ için yüksek yerlerdeki yayınevi sahibi arkadaşlarını devreye sokacak. Ama ilk romanımı daha okumamış, sorun değil, hemen 3 kopya gönderiyorum.

Neyse efendim, ben İstanbul’a geldikten ancak bir hafta sonra gerçekten tanışabiliyoruz çünkü Yalan Erdem çok yoğun. Ben kişilerdeki bu ‘çok yoğunluk halini’ bir türlü anlamamışımdır. Değer verdiğiniz insanlar, hobiler ve projeler için ne yapar eder zaman bulur, olmadı yaratırsınız değil mi? Sonuçta karşınızdaki kişi Sabancı’nın CEO’su veya bir Belediye Başkanı, önemli bir hastanenin Başhekimi değildir. Anlayacağınız derinden bir koku almaya başlamıştım zaten. Yalanın kokusunu... Ama gene de ‘dur bakalım, sepetten ne çıkacak’, diyerek kendimi kandırmaya devam ediyordum.
Yalan Erdem’i evimizin yakınında güzel bir mekana, akşam yemeğine ancak ikna edebildim. Genç bir arkadaşla karşılaştım, daha 30’una varmamış. Sıradan bir görünüşü vardı, bir şirketin IT bölümündeymiş. Kişilerin mesleklerine pek fazla önem vermediğimden olsa gerek, kurcalamadım ama kafamda da gerekli notları tutuyordum. Neyse siparişler verildi, sohbet gayet sıcak gelişiyor derken Yalan Erdem, her zamanki gibi iş yükünden dolayı çalışması gerektiğini belirterek çıkarıp laptopunu önüne koydu, bir şeylere bağlandı, server’lara falan. Bir yandan yemeğini yemeye çalışıyor, diğer yandan bilemem artık, biriyle MSN’den yazışıyor, geri kalan boşluklarda da benimle sohbet ediyordu.

Şaşırdım tabi. İlk hissettiğim, Yalan Erdem’in beni hiç takmadığıydı. Bir insan bu kadar duyarsız olabilir miydi? Ama sonrasında ‘yazık’ dediğimi hatırlıyorum, yani karşımda oturan bu genç adam, rahatça bir yemek yiyemeyecek kadar çalışıyor ve aldığı maaş da, üç aşağı beş yukarı Türkiye standartlarında belli. Zaten hala ailesiyle yaşıyormuş. İçim bir an 'cız' etti. Arkadaşlar, bazen ben gerçekten salak oluyorum da anlatamıyorum kimseye... :-)

Konu bir ara dönüp dolaştı, ona gönderdiğim kitaplara geldi. Nihayet romanımı okumuş ama gözlerindeki bakış, aslında okumadığını anlamama yetmişti. Belki ilk 20 sayfasına şöyle bir göz atmıştır, diye düşündüm, o da buluşmamızdan bir gün önce. Sonra kitabın bir iki yerinden kendisine ters zarf attım, baktım mektuplar boş dönüyor, hiç bozmadım. ‘Normaldir’, dedim, ‘çocuk zaten çok yoğun, bir de araya ısmarlama kitap sıkıştıracak, yani olacak iş değil.’ Sohbet ilerledikçe Yalan Erdem, beni önemli bir yayınevinin sahibiyle tanıştıracağını, ilk kitabımı ona da verdiğini, bu kişinin beğendiğini ama gelin görün ki, işlerinden dolayı onun da çok yoğun olduğundan bahsediyordu. Nasılsa alışkınız değil mi? Yalanın yoğunluğuna...

Bir ara sohbet esnasında Yalan Erdem’e Çin’de yaşadığım, gördüğüm yerlerden bahsediyordum, özellikle tatil yaptığım Sanya Adası çok ilgimi çekmişti çünkü insanlar resmen teknelerde yaşıyor, nehirde kendilerine böyle bir şehir inşa etmişlerdi. Yalan Erdem, o anda ani bir hareketle laptopunu bana doğru döndürdü ve ‘bu yerin adı nasıl yazılır?’ diye sordu. Google’a Sanya’yı (aslında yazıldığı gibi okunuyor, nereden bilecekti) tuşladı ve önünde resimler belirdi, nehir boyu dizilmiş teknelerden oluşan bir şehir... Her şey 5 saniye içinde gerçekleşmişti. Sonra Erdem hiç yorumsuz, laptopunu gerisin geriye önüne doğru döndürdü. Ne bulmayı ummuştu acaba? Yalan Can’ı mı?

Neyse, bizim yemekler bitti, kahveler içildi, hesap Alman usulü ödendi. 10 gün sonra Ayı Sözlük’ün düzenlediği Birinci Yazarlar Zirvesinde Murat Renay arkadaşımla konuşmacı sıfatıyla yer alıyorduk, orada tekrar karşılaştım Yalan Erdem’le. Bu arada aramızda mesaj trafiği yaşanıyordu; yayınevi sahibi yurt dışından dönmüş, gene yoğunmuş, bir türlü bizi bir araya getiremiyormuş ama yani Erdem bunun için adeta kıvranıyor, bir uğraşıyordu ki sormayın. Açıkçası Zirve’de kendisiyle fazla sohbet etme fırsatı bulamadım, benim davetlim olarak 4 kişi gelmişler miydi? Yoksa, öylesine mi uğramışlardı? Pek de anlamadım zira ortasında kalkıp gittiler. Yer ve zaman dar, yalanın kokusu da artık genizlerimi yakıyor. Üstüne özellikle ilgilenmem gereken asıl katılımcılar, değerli Ayı Sözlük yazarları var. Buradan bir kez daha kendilerine düzenledikleri harika etkinlik ve yönelttikleri samimi sorular için teşekkürlerimi sunarım. Tadı damağımda kaldı...

Sonrasında Erdem’le 3-5 mesajlaşma daha yaşandı. Gideceğim gün sağ olsun not etmiş, son bir veda mesajı aldım. Yayınevi sahibinin ailevi problemleri varmış, falan filan. Ama ben çoktan kendi dişçi problemlerimden dolayı gidişimi bir hafta ertelemiştim. Erdem’in bu habere çok şaşırdığına eminim. Ama o son haftada da bir şey çıkmadı ve Yalan Erdem’in hikayesi, ben Amerika’ya dönünce, burada, böylece bitti.

Belki bu karakteri beğendiniz, sevimli, kendi çapında, yalancı bir çocuk işte. Aslında dürüst olmayı seçseydi, gözümde belki kapasitesi ve ilişkileri sınırlı, çaresiz, belki de zaman kaybı olarak kalacak ve bu yazı da hiç yazılmamış olacaktı. Ama siz hikayeye kaldığı yerden doğaçlama devam etmek isterseniz eğer, sündürebildiğiniz kadar sündürün.

Yalan Erdem’i ben çektim, bu kadar uzadı... Siz çekin, bakalım daha ne kadar uzayacak? :-)

Herkese sevgi dolu, yalansız bir dünya dilerim.

www.cancavusoglu.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder