Spiker, korku dolu gözleri ve titreyen
sesiyle haberi geçer. Gazete manşetleri iri puntolarla boş sayfalara hazırlanırken
çoktan internette Tsunami dalgaları gibi yayılmaya başlamıştır. Ve sonrasında
acaba dünyanın son 24 saatine dair neler yaşanır?
Hadi, isterseniz hep beraber bir deyin
fırtınası yapalım. Ben buradan, sizler okurken yerinizden.
Farz edelim ki bir göktaşı dünyaya
yaklaşıyor ve durdurmak artık imkânsız. Tabi, bu benim olası senaryom, lütfen
sizler de kendi kurgularınıza dalın; mesela rüzgâr hızıyla yayılan ölümcül bir
virüs ya da nükleer füzelerin havada uçuştuğu 3. Dünya savaşı, yeryüzünü sarsan
devasa afetler, magmanın binlerce ton basınçla sokaklara taştığını hayal edin.
Dünyanın ekseni aniden kaysın, yaşamın kaynağı güneş bir anda buharlaşsın ya da
ciğerlerimizi besleyen atmosfer uzay boşluğuyla birleşsin.
Muhtemelen oluşacak kargaşayı
engellemek adına devlet başkanları, dünyanın artık son 24 saatini yaşadığına
ilişkin herhangi bir beyanatta bulunmayacaklar. Halkım huzurlu ölsün mantığı.
Buna rağmen korkunç gerçeğin en geç 22. saatte medyaya düştüğünü varsayıyorum.
Bu büyüklükte bir sonu, içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok da fazla
gizleyemezsiniz.
Sonrasında dünyanın içine çekileceği
keşmekeşi görüyorum. Düşünsenize; artık ne kadar zengin veya fakir olduğunuzun
bir anlamı kalmıyor. Bankadaki paranızın, borsadaki yatırımlarınızın ya da
milyon dolarlık evlerinizin olmasının da hiçbir önemi yok.
Belki çok ünlüsünüz; dünyanın en
başarılı atleti sizsiniz veya en dâhisi, bir yazılım virtüözü, belki en çok
satan yazar, herkesin tanıdığı yüz, marka ve koku. O son 22 saatte parayla
biçilen, gözle ve sözle takdir edilen, uzaktan gıptayla bakılan değeriniz bir
anda yok.
Ölüm düzleminde belki de ilk defa
hepimiz eşitiz.
Sona 18 saat kala inananların hepsinin
ve inanmayanların pek çoğunun ibadete yöneleceğini düşünüyorum. Camiler,
kiliseler, sinagoglar, tapınaklar dolup taşacak. İnsanlar kendilerini bekleyen sondan
kurtulmak adına Tanrıya yakarırken asıl amaçlarının son kez günahlarını
affettirmek olduğunu görmezden geleceğiz. Herkes birbirlerine sarılıp
hıçkırıklara boğulacak. Bu sarılmalar o kadar içten olacak ki özünde ölüm
korkusunu bastırmaya çabaladıklarını hissedemeyeceğiz. Kilise çanları ve ezan
sesleri hiç susmayacak.
Banka sistemi, toplu ulaşım, her şey
çökecek. Aç kalsanız bile kimse yüzünüze bakmayacak. Çünkü herkes can derdinde.
Sokakları yağmacı çeteler saracak. Önce yiyeceklere hücum edecekler. (Belki
aralarında sizlerde olacaksınız.) Sonra dükkânlar amaçsızca yağmalanacak.
Eşyalar sokaklara saçılacak. Önüne geçilmez bir hınçla, normal hayatlarında
elde edemedikleri, kendilerine göre değerli buldukları her şeyi
parçalayacaklar. Televizyonlar, mobilyalar, arabalar. O milyon dolarlık evleri
de yakacaklar. Isınmak değil amaç, sahipleri paylaşmasını bilmediği için.
Sona 10 saat kala elektrik ve iletişim kesilecek.
Karanlık bir perde inecek. Ardından sahne ve bis. Ya kalabalıkla hareket
edeceksiniz ya da bir başınıza kabuğunuza çekilip beklemeye başlayacaksınız.
Gözünüz saatte.
Tik tak tik tak...
Geçmişi düşünmeye başlayacaksınız;
sevdiklerinizi, aşklarınızı, kaybettiklerinizi, çok isteyip de elde
edemediklerinizi, çabuk elde edip cömertçe harcadıklarınızı, hırslarınızı, hırsızlıklarınızı,
kırdığınız kalpleri, yediğiniz kazıkları, söylediğiniz yalanları ya da
yaptığınız iyilikleri, verdiğiniz sadakaları, ettiğiniz duaları.
Sona 4 saat kala kaçınılmaz ölümle
yüzleşip büyük bir depresyona gireceksiniz. Beton etkisi. Yaşananları kafanızda
kavrayamayacaksınız. “Böyle bir son için mi ömür boyu mücadele verdim?”, sorusu
hala az da olsa yerinde kalan aklınızı kurcalayacak. Sonra “Çok acı çeker
miyim?”, korkusu saracak bedeninizi. İntiharı düşünmeye başlayacaksınız. “Nasıl
yapsam?”, sorusuyla birlikle tercihleri gözden geçireceksiniz.
Bıçakla? Pencereden atlayarak? Evdeki
bütün ilaçları içerek?
Sona 60 dakika kala madem ölmeyi de
beceremediniz, şimdi öylece durma zamanı. Boş boş duvarlara bakarak varsa sert
içkinizden yudumlayacaksınız. Eroinmanlar ise son dozlarını çakacaklar.
Gözlerinizden anlamsız yaşlar süzülecek. Etrafın karanlığı, karnınızın açlığı,
sokaktan gelen bağırtılar ve yardım çığlıkları uyuşmuş ruhunuzda bir anlam
ifade etmeyecek. Öyle dipsiz bir umutsuzluğa düşeceksiniz ki içinizde hiçbir
duygu ve düşünceden eser kalmayacak. Benliğinizin sıfır noktası bu,
varoluşunuzun anlamsızlığı. Ruhunuz dışarıdan bakarak artık sizin olmayan o içi
boş bedeni seyredecek.
Sona 60 saniye kala önce yer sarsılmaya
başlayacak. Titrek adımlarla pencereye doğru yöneleceksiniz. Kulaklarınızdaki
uğultu adeta kaçamadığınız sonun habercisi gibi. Cehennemin kapısı aralanırken
ölüm borazanları ötmeye başlayacak. Gökyüzünü kaplayan, daha önce hiç
görmediğiniz o kırmızı renge baka kalacaksınız. Yüzünüzü yakan sıcaklığın
derecesi hızla artacak, sonra tüm bedeninizi saracak. Ve önünde durduğunuz
pencere bir anda yüzünüze patlayacak, inceden kesikleri hissederken gözleriniz
usulca kapanacak.
Boşluk. Karanlık. Korku. Yalnızlık.
Ve ölüm.
Sonra aniden (Benim gibi) kan ter
içinde fırlayarak uyanacak, yaşadığınız o şokla çığlık bile atamayacaksınız.
Kelimeleriniz kısılacak. Kalbiniz küt küt çarparken ne olduğunu anlamaya
çalışacaksınız. Odanın loş ışığında duvarı, yatağınızı zor seçeceksiniz. Kendi
kendinize “Buna inanamıyorum”, derken titreyen elinizle yanı başınızda duran
sudan bir yudum alacaksınız. Gözünüz saate ilişecek; gece 03.00. Başınızı
usulca ama tekrar uyumaya korkarak yastığa geri koyarken düşüncelere
dalacaksınız.
Derin düşüncelere.
Kırdığınız kalpler, işlediğiniz
günahlar, söylediğiniz yalanlar yakanızı bırakmayacak.
Yarın ilk iş düzeltmekle
başlayacaksınız; hayattaki duruşunuzu, asıl amacınızı. Telefona sarılacak,
özürler dileyecek, hediyeler alacaksınız.
Can Çavuşoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder